Kayıplar Komitesi, aşırı sıcaklar nedeniyle ara vermiş olduğu kazılara bugün yeniden, kaldığı yerden devam edecek. Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Dr. Erge Yurtdaş’tan aldığımız bilgiye göre, kazılara bugün yeniden başlanacak…
SICAK DALGASI…
Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Dr. Erge Yurtdaş, bir sorumuz üzerine bize şu bilgileri verdi:
“Tüm adayı etkisi altına alan sıcak hava dalgası, Temmuz 2025 itibarıyla Kayıp Şahıslar Komitesi’nin (KŞK) arazi çalışmalarını ciddi şekilde etkilemiştir. Yüksek sıcaklıkların, arazide görev yapan arkeolog, işçi ve operatörlerinin sağlık ve güvenliği açısından risk oluşturması nedeniyle 21 Temmuz – 1 Eylül tarihleri arasında açık alanda yürütülen kazılar geçici olarak durdurulmuştur.”
“ASKERİ BÖLGELERDEKİ ÇALIŞMALAR KESİNTİSİZ ŞEKİLDE SÜRDÜRÜLDÜ…”
“Bu süre zarfında KŞK adli arkeoloji ekipleri, arazi çalışmalarına ara vermiş olsa da faaliyetlerini tamamen durdurmamış; daha önce tamamlanan kazıların raporlanması, dijitalleştirilmesi ve arşivlenmesi gibi önemli bilimsel ve idari süreçleri yürütmeye devam etmiştir. Böylece hem çalışmaların sürekliliği korunmuş hem de yeni kazılara hazırlık yapılmıştır. Ayrıca, inşaat projelerinin başlayacağı arazilerde yürütülen zorunlu kazılar ile askeri bölgelerdeki çalışmalar kesintisiz şekilde sürdürülmüştür. Bu kazılar, çalışanların sağlığını korumak amacıyla uluslararası standartlara uygun “Sıcaklık Çizelgesi” doğrultusunda gerçekleştirilmiş, belirlenen sıcaklık eşiği aşıldığında ekipler güvenlik gerekçesiyle sahadan çekilmiştir.”
SEKİZ FARKLI YERDE KAZILAR SÜRECEK
“Eylül ayında hava koşullarının elverişli hale gelmesiyle birlikte, 1 Eylül 2025 Pazartesi günü itibarıyla Kayıp Şahıslar Komitesi’nin iki toplumlu adli arkeoloji ekibi, adanın sekiz farklı noktasında yeniden kazı çalışmalarına başlayacaktır. Komite, her koşulda kayıp şahısların bulunmasına yönelik insani görevini yerine getirirken, arazide çalışan personelin sağlığı ve güvenliğini temel ilke olarak gözetmeye devam edecektir.
1 Eylül 2025 tarihinden itibaren, Paşaköy (Aşşa), Mehmetçik (Galatya), Düzova (Eksomedoş), Gönyeli, Boğaz, Güngör (Kutsovendi), Yedikonuk (Eptagomi) ve Lefkoşa’nın Engomi (İncirli) bölgelerinde kazılar yeniden başlayacak; iki toplumlu adli ekip, kayıp şahısların bulunması için ortak çabasını kararlılıkla sürdürecektir.”
Biz de kazı ekiplerinde bulunan tüm arkeologlarımıza, şirocularımıza ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz…
OKURLARIMA NOT: Kısa bir süre için yazılarıma ufak bir ara veriyorum… Biraz dinlenip, kaldığım yerden devam edeceğim… Yeni yazılarda buluşmak üzere…
Kayıplar Komitesi kazılarına kaldığı yerden devam edilecek...
Kayıplar Komitesi'nin aşırı sıcaklar nedeniyle ara verilen kazılarına bugün yeniden başlanıyor...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…
“Faşist zihin…Ve acıdan sıyrılan gülümseme…”
Bülent Usta/BİRGÜN
Christopher Bollas’ın ‘Being Character’ kitabında da yazdığı gibi psikanaliz sayesinde biliyoruz ki, benlik iç dünyada temsil edilen farklı kendilikler ve nesnelerden oluşur. İçgüdüler, anılar, ihtiyaçlar, kaygılar ve nesne tepkileri olan bir parlamento düzenini andırır benlik, sürekli bir müzakerenin yaşandığı. Özellikle açgözlülük gibi yoğun bir dürtünün veya kıskançlık gibi bir gücün veya sakatlanma korkusu gibi bir endişenin baskısı altında olduğu durumlarda, bu iç dünya parlamento işlevini yitirir ve daha az temsili bir iç düzene dönüşebilir. Benliğin farklı parçaları dış nesnelere yansıtıldığında, zihin giderek kendi temsili bileşenlerinden arınır, içsel denge bozulur. Kısacası, her birimizin içinde bir faşist gizlidir, içimizdeki faşizmin nasıl ortaya çıktığını anlamadan, toplumların faşizme yönelme potansiyelini anlamamız mümkün değil.
AUSCHWİTZ BENLİĞİ
İnsan hangi koşullarda sevgi dolu bağımlı kendiliklerini öldürüp benliğin yıkıcı narsistik kısımlarıyla özdeşleşir? Askerlikte ‘ana kuzusu’, iş yaşamında ‘fazla yumuşak’ olarak etiketlenen erkekler, zamanla kendilerini savunmak için benliğin daha yıkıcı, narsistik yönleriyle özdeşleşmeye zorlanırlar. Nazilerle ilgili yapılan çalışmalarda, Nazi doktorlarının hem soykırım eylemleri gerçekleştirip hem de sıradan aile adamları olarak kalmayı nasıl sağladıklarını anlamaya çalışılmıştı. Aslında sorunun yanıtı basitti: Bölme. Benlik ikiye bölünüyordu, böylece benliğin bir kısmı bütünmüş gibi hareket edebiliyordu. Nazi doktorları, suçluluğu "Auschwitz benliğine" aktararak suçluluk duygusu yaşamıyorlardı. Ama bu da yeterli değildi, "Auschwitz benliğin"deyken, öldürme yerine, temizlik vs başka sözcükler kullanarak zihinlerinde yaptıkları eylemi yumuşatmaya çalışıyorlardı. Sokak hayvanlarına eziyet eden iyi aile babaları, pedofil olan çocuk doktorları, eşine şiddet uygulayıp 8 Mart’ta kürsüden kadın hakları savunculuğu yapan sendikacılar, tecavüz ya da cinayetle suçlanan polisler, rüşvet alan yargıçlar, aynı savunma mekanizmasını kullanırlar.
SIRADAN İDEOLOJİ
Bir videoda vardı, İsrailli yaşlı bir kadın, ABD’deki bir gösteride kendinden geçercesine "Gazze’deki herkesi öldüreceğiz!" diye bağırıyordu. Soykırım mağduru, kendisini kirletebilecek ve bu nedenle ortadan kaldırılması gereken bir hastalık gibiydi o kadın için. Hitler’in uygulamaya koyduğu "şiddetli arınma prosedürü"nü savunuyordu bir bakıma. O kadın belki de bir anneydi, belki bir doktor ya da öğretmen. Ama benliği bölünmüştü. Bollas şöyle yazmıştı: "Faşist zihin durumunda (bireyde veya grupta) temel unsur, tüm muhalefeti ortadan kaldırmayı amaçlayan belirli zihinsel mekanizmaların çalışması yoluyla kesinliğini koruyan bir ideolojinin varlığıdır." Bu ideoloji karmaşık değildi, hatta inanılmaz derecede basit, Arendt’in tabiriyle sıradandı. Bugün pek çok insanın içindeki şiddet potansiyelini anlamaya çalışırken, Hannah Arendt’in ‘sıradan kötülük’ kavramı yeniden önem kazanıyor.
Faşist zihin durumunda şüphe, belirsizlik, kendini sorgulama, zayıflık olarak görülüyordu ve ideolojik kesinliği korumak için zihinden atılmalıydı. Bu yüzden sanatın belli tarzlarından, psikolojiden, felsefeden hoşlanılmıyordu, sansür yaşamın her alanına sızıyordu. Bu sayede şüpheler ve karşı görüşler atıldıkça özel bir bağlanma eylemi ortaya çıkıyor ve zihin karmaşık olmaktan uzaklaşıp huzurlu ve kendinden emin bir sıradanlığa ulaşıyordu. Kült tarikatlarda ya da örgütlerde de benzer bir süreç işliyordu.
RETORİK ŞİDDET
Bu zihniyet durumunu yaygınlaştırmak için ‘entelektüel’ açıdan retorik şiddet uygulanıyordu. Bunun için muhalif olanların sözleri çarpıtılıyor, bağlamından koparılarak yorumlanıyor, gülünç ve güvenilmez olarak gösteriliyordu. Muhalif olanlar karikatürize ediliyor, küçümseniyor, karakter suikastı yapılıyor, itibarsızlaştırılıyor, dedikoduya dayalı yargılamalar yapılıyordu. Bütün mesele o kişiyi ya da topluluğu düşünce sahnesinden çıkarmaktı.
Bollas’a göre, bir kişi, grup, kurum veya ülke, entelektüel veya fiziksel soykırım travmalarından gerçekten kurtulmak istiyorsa, işlediği suçları hatırlamak zorunda kalacaktır. Faşist zihin, sadece başkalarına karşı değil, kendine karşı da acımasızdır. Hatırlamak bu yüzden zordur, çünkü hatırlamak, yitirdiğimiz kendiliklerimizin yasını tutmaktır.
(BİRGÜN – Bülent USTA – 23.7.2025)
ACIDAN SIYRILAN…
‘The Revenant’ın senaristinin kaleme aldığı ‘American Primeval’dizisini izledim. İki yapımda da ortak bir damar vardı ama beni en çok çarpan, yüzbaşının savaşın ortasında günlüğüne yazmaya devam ettiği sahne oldu. Çürümüş bir toplumun içinde geleceğe not düşerken, bir baykuşun ay ışığında nasıl gözüktüğünü kaydetmeyi de ihmal etmiyordu. Bu sahne, bana umudu düşündürdü. Düşünsenize, dev bir tsunami dalgası üzerinize gelmeden hemen önce kumsala kapitalizmin doğayı nasıl yok ettiğini yazmaya çalışıyorsunuz. Bu aptallık mıdır, yoksa her şeye rağmen umutlu olmanın işareti mi?
Kıyametin gölgesinde insanı yazmaya zorlayan nedir? En korkunç koşullarda bile insanda iletişim dürtüsünün devam ettiğini söyleyebilir miyiz? Bir biçimde umut etmekten vaz geçilemediğini mi gösterir kumsaldaki o yazı?
SAHTE UMUT
Günümüz muhalif siyasal hareketlerin en önemli hatalarından biri, ‘yanlış yerleştirilmiş umut’ olageldi hep. Bir tür geleceğe dair aşırı iyimserlik hali. Kötülerin sonunda kaybedeceğine, iyilerin mutlaka kazanacağına dair boş teselli. Dizideki yüzbaşı da muhtemelen buna inanıyordu, yazdığı günlüğü birilerinin bir gün okuyup her şeyi anlayacağını. Muhalif politikacıların sürekli ‘bir gün kazanacağız’ diye haykırıp insanları eve göndermesi gibi. Sahte umut yerine örgütlü bir karamsarlığın dünya tarihinde daha fazla umutlu sonuçlar doğurduğu da ortada. Dizide de kaybedecek bir şeyi olmayan insanların neleri başarabildiklerini izliyoruz. Dizinin baş karakteri, bir tür ermiş gibi kendi köşesine çekilmiş, olup biteni uzaktan izleyen biriyken bir kadın ve bir çocuğu ölümden kurtarıp onlarla birlikte tehlikeli bir yolculuğa çıktıktan sonra pek çok şeyin seyri bir anda değişmişti. Belki vardığı yer yine umutsuz bir noktadır ama dizide Mormonların katliam yapıp suçu Kızılderililerin üstüne atmalarının ifşa olması bile çıktığı bu yolculuk sayesinde mümkün olur.
ORGANİZE KARAMSARLIK
Organize karamsarlık, özgürleştirici niyeti ortadan kaldırmaz, ilgisizlik veya sessizlikle beslenmez. Filmdeki Isaac rolünü canlandıran Taylor Kitsch, bir Kızılderili kabilesi tarafından büyütülmüş melez bir adamdır. Bütün umudunu kaybetmiş ve tek başına bir hayat sürerken, bir kadının çocuğuyla birlikte tehlikede olduğunu görüp onlara yardım eder ve onları ulaşmak istedikleri yere götürme konusunda anlaşılır. Sonradan aralarına tecavüzcüsünü öldürüp kaçmak zorunda kalan Kızılderili bir genç kız da katılır. Görünürde kurtuluş umudu olmayan bir yoldur onların ki, peşlerinde ödül avcıları, Mormon milisler vardır. Hepsini umutlu bir geleceğe doğru teşvik edense yaşadıkları kollektif yas sürecidir bir bakıma. Birbirlerinin yasını paylaştıkça aralarındaki bağ da güçlenir.
HAYSİYET
Dizideki yüzbaşı, yani Edmund Dellinger’i ölmeden önce yazmaya teşvik eden şey öncelikle haysiyet olsa gerek. Tsunami dalgası gelirken kumsala yazan kişi de öncelikle haysiyeti için o protesto sözcüklerini yazıyordur. Korkunç gerçekle nasıl yüzleşeceğimizi bilmek, sonunda kendimizle yüzleşmemize izin verir. Geç kalmak hiç olmamasından iyidir. Ama bütün bunları yazarken yine de yaşam dürtüsüyle ilişkili bir umut da varlığını gösterir sanki. Yazmanın haysiyet dışında bir başka nedeni de referans olma özelliği. Bırakabiliyorsak geleceğe bir iz bırakma mücadelesi. Mağara duvarlarındaki resimlerden bu yana, iz bırakmanın dürtüsel, doğal bir yanı var.
Dizide, Sara karakterini canlandıran Betty Gilpin, tüm kayıplara ve acılara rağmen, atına binip çocuğuna ve kızılderili kıza gülümsediği bir an var, yola devam edeceklerini söylerken. İşte o acıdan sıyrılan gülümseme, yaşamı var eden...
(BİRGÜN – Bülent USTA – 27.8.2025)