Arodezli Ziya Yusuf’un üç küçük çocuğu vardı…1

Sevgül Uludağ

 

Bir Kıbrıslırum okurumuzun değerli yardımlarıyla Kayıplar Komitesi’ne 2012 yılında göstermiş olduğumuz kuyuda ondan geride kalanlar bulunan üçüncü “kayıp” Kıbrıslıtürk’ün DNA testleriyle kimliği belirlendi: Arodezli Ziya Yusuf…

Ziya Yusuf aslen Arodezli’ydi ancak Mağusa’da NAAFİ’de iş bulunca Mağusa’ya taşınmıştı. Sevdiye Hanım’la evli olup üç çocukları olan Ziya Yusuf, NAAFİ’de müdürdü…

11 Mayıs 1964’te bazı silahlı Kıbrıslırumlar tarafından NAAFİ’deki işyerinden alınarak “kayıp” edilen Ziya Yusuf’tan geride kalanlar, bir Kıbrıslırum okurumuzun bize, bizim de Kayıplar Komitesi’ne 2012 yılında göstermiş olduğumuz Paralimni’deki kuyuda 2015 yılında Kayıplar Komitesi kazılarında bulundu. Ziya Yusuf, aynı işyerinden arkadaşları Kemal Mehmet Emin ve Canbulat Ali’yle birlikte onları kaçıran bazı Kıbrıslırumlar tarafından öldürülerek bu kuyuya atılmışlardı. Ertesi günü ise bu kuyunun bulunduğu arazi sürülerek üstüne bir şeyler ekilmişti… Çünkü NAAFİ’deki işyerlerinden alınarak “kayıp” edilenlerin aileleri Paralimni’de araştırma başlatmışlardı…

Bu kuyu 2012 yılına kadar gizli kaldı – kuyuıdakiler de… Ta ki bir Kıbrıslırum okurumuz bizi arayarak bize bir kuyu göstermek istediğini söyleyinceye kadar…

KIBRISLIRUM OKURUMUZ BİZE KUYUYU GÖSTERMİŞTİ…

16 Mart 2012 tarihinde sevgili arkadaşım Hristina Pavlu Solomi Patça’yla birlikte bu okurumu görmeye Paralimni’ye gitmiştik. Bize kuyunun bulunduğu yeri göstermiş ve neye tanık olduğunu anlatmıştı… Kıbrıslırum okurum İngilizce bilmediği için, kendisi de bir “kayıp” yakını olan Hristina (babası ve erkek kardeşi Galatya’dan hala “kayıp”) tercümanlığımızı yapmıştı… 4 Nisan 2012’de kaleme aldığımız bu ziyaretle ilgili yazıyı bu sayfalarda yayımlamıştık ve şöyle demiştik:

“Komikebirli sevgili arkadaşım, “kayıp” yakını Hristina Pavlu Solomi’yle birlikte bir Kıbrıslırum okurumla buluşmak üzere Paralimni’ye gidiyoruz... Bu okurum, adamızdaki korkunç çatışmalardan bir görgü tanığı... Adamızdaki çatışmalar bizden o kadar çok şey götürdü, o kadar çok gözyaşı getirdi, o kadar çok insan yaşamına maloldu, onca yoksulluğa, sefilliğe maloldu ki... Ama en önemlisi, bu çatışmalarda öldürülenlerin geride bıraktıklarına o kadar büyük acılar yaşattı ki... Çatışmalarda ölenler yalnızca bir kez ölürler ancak onu sevenler, onu kalplerinde tutanlar her gün binlerce kez ölürler... Sevdiklerinin hatıralarına sarılıp ölümün öylesi dokunulmaz, öylesi çaresiz, öylesi geri dönülmez bir şey olduğunu her bir gün hissederek, her bir gün algılayarak yaşarlar...

Sevdiğiniz bir insan hayattan koparılıp alındığında, ne yaparsanız yapın, ona söylemek istediklerinizi söyleyemediğinizi farkedersiniz... Son bir kez sarılamamışsınızdır ona, eğer bir anlamı varsa, onunla vedalaşamamışsınızdır... Ama sevdiğinizin tüm hatıraları tüm detaylarıyla aklınızdadır, yüreğinizdedir, iyi ve kötü hatıralar, acı ve tatlı hatıralar ve siz, sevdiğinizi yitirmiş olan siz, bunun ne kadar da tuhaf bir durum olduğunu hissedersiniz: Hiçbirşeyi unutamazsınız, hiçbir zaman ve kaybetmiş olduğunuz sevdiğinize özleminiz bir dalga gibi vurur sizi ve bu özlem hiçbir zaman yokolmaz... Ölümün sizi ayırdığı babanız, anneniz, kardeşiniz ya da eşinizi ne kadar özlerseniz, o kadar çok hatırlarsınız onu ve kendi acınıza gömüldükçe, bundan çıkmak giderek zorlaşır...

Hristina’yla birlikte Paralimni’ye gidiyoruz, Hristina’nın da Komikebir’den hatıraları var, “kayıp” babası ve kardeşiyle hatıraları...

Babası ve erkek kardeşi ondan koparılıp alındığında, 13 yaşında bir kız çocuğu olarak annesiyle birlikte yapayalnız kalakalmıştı – hayatı sanki bir baltayla kesilir gibi parçalandı ve hayat bir daha asla eskisi gibi olmadı. Çünkü 1974’te savaştan önce Komikebir’de büyüyen bir çocuk olarak yalnızca çok güzel hatıralara sahipti – köyünden tarlalarına giden yolda koşması, gufi yılanlarla karşılaştığında ayaklarını sertçe yere vurarak yılanları kaçırması, ailesine ait tarlalarda çalışan işçilere yemek taşıması ya da ailesine ait un değirmeninin sendesinde oynaması, buradaki renkli ansiklopedilere bakması... Bu renkli ansiklopedileri o kadar çok seviyordu ki Komikebir’i geride bırakıp da köyü terketmeye zorlandığında, bir cildini yanında götürmüştü... Bir çocuğun en değerli hazinesiydi bu renkli ansiklopedi cildi... İçinde rengarenk çiçeklerin, kelebeklerin resimleri vardı... Hristina, Karpaz’ı terketmeye zorlandığında, güneye geçecek ve yoksul bir göçmen çocuğu olarak hayatını sürdürmek zorunda kalacaktı...

Hristina’nın Komikebir’den harika hatıraları da var: Tarlalar dolusu tavşankulağı, harnıp ve zeytin ağaçları, kendi yağ değirmenlerinde çıkardıkları zeytinyağının kokusu... Bir köy çocuğu olarak büyürken, doğayla ilgili herşeyi öğrenecek, hangi bitkinin nerede büyüdüğünü belleyecekti... Galatya dışında bir dal yaban mersini kopartıp bunun ne güzel tüttüğüne işaret ediyor bana ya da bir demet lazmarin veya bir dal feslikan koparıp yol boyu bunları yanında taşıyor: Karpaz’ın bütün kokularını ezberine almış Hristina, bunları unutmuyor, unutamıyor...

“Kayıplar”ı araştırdığımız tüm seyahatlerimizde bunları yaşıyoruz Hristina’yla... Arabada yanımda oturup bana Sazlıköy (Livadya) dışında küçücük Panaya kilisesiyle ilgili bir rüya gördüğünü ya da Komikebir’den ayrılırken, tam da bu ağaçlıklı yoldan geçerken neler hissetmiş olduğunu anlatıyor...  Komikebir’den ayrılırken o ağaçlıklı yolda bildiği bir yerden koparılıp bilinmeyen bir geleceğe fırlatılmış o küçük kızın neler hissettiğini anlatıyor... Evinin her köşesini, köyünün her kemerini, Karpaz’ın her bir taşını, her bir dönemecini, her bir plajını, her bir köyünü silinmez bir damga gibi yüreğinde taşıyor... Bana “kayıp” babasından ya da “kayıp” kardeşinden çok fazla sözetmiyor çünkü sanırım onlar hakkında konuşmaya başlarsa ağlayacak, bu onu çok üzecek... Bu üzüntünün çaresi yok çünkü adamızda çok korkunç şeyler yaşandı, insanlara işkence edildi, insanlara tecavüz edildi, insanlar öldürüldü ve naaşları öylesine yerlere saklandı ki aradan 40-50 yıl geçmiş olduğu halde hala adamızdaki bu kanlı bulmacayı birlikte çözmeye çalışıyoruz Hristina’yla... Hristina’nın babası ve kardeşi Galatya’da vahşi biçimde öldürüldü ve anlatılanlara göre ya Galatya gölüne ya da Galatya dışındaki çöp alanına gömüldü... Bu bilgileri iğneyle kuyu kazarak elde ettik çünkü Galatya’da hala büyük bir “inkar” havası hakim... İnsanlar konuşmak istemiyor, korkuyor...

“Kayıplar”la ilgili bilgi toplamaya çalışmak, gerçekten de iğneyle kuyu kazmaya benziyor – çok ama çok sabırlı olmanız, çok ama çok ısrarlı olmanız gerekiyor – herşeyi görmüş, duymuş, cinayetlere tanık olmuş insanlar korktukları için konuşamıyor… Korku, kitleleri felce uğratıyor ancak arada bir bazı okurlarımız cesaretlerini toplayıp arıyor ve bildiklerini anlatıyor. Bazı okurlarım da bildikleri, duydukları, tahmin ettikleri olası gömü yerlerini gösteriyorlar…

Bugün, 16 Mart 2012 Cuma günü işte tam da bunu yapıyoruz: Arkadaşım Hristina’yla taa Paralimni’ye gidiyoruz, bir Kıbrıslırum okurumla buluşmaya… Kıbrıslırum okurum beni arayarak 1964’ten beridir “kayıp” olan bazı Kıbrıslıtürkler’in gömülü olduğu bir kuyuyu bana göstermek istediğini anlatmıştı…

Okurumun bize bazı şartları olmuştu: Kuyuyu yalnızca bana gösterecek, İngilizce konuşamadığı için Hristina çevirmenimiz olacak, kendisinden hiçbir şekilde kimseye söz etmeyeceğim... Yıllardır yazılarımı okuduğu için bana güveniyor ama başka birine güvenmiyor. Bu yüzden olası gömü yerini bana göstermek istiyor...

Okurumun vermiş olduğu randevu yerine varıyoruz ve onun arabasını
takip ediyoruz. Okurumun adını bilmiyorum, ona bunu sormadım, sormayacağım da, eğer istiyorsa kendisi bana adını söyleyebilir.

 

DEVAM EDECEK