Arda Kalan(lar)

Eralp Adanır

 

İnsanların her konudaki anılarını dinlemeye başladığımda karar vermiştim; toplum belleği için kayıt altına almaya.
Nice röportajlar-tv programları yaptım bugüne kadar, yapmaktayım.
Yüzlerce farklı yüz, yüzlerce birbirinden farklı anılar, yüzlerce acı ve tatlı geçmişle harmanlanmış anlatılar.
Gün geldi; bu anlatılanlardan geçmişimize dair önemli ipuçları çıktı ortaya.
Daima “kişisel” bir yan olarak görülse de “anılar”, aslında toplumsal belleğin, sözlü kültürün ana maddesini oluşturmaktaydı.
Bunun farkındalığına vararak sohbete başladınız mı, sanki bir altın madenini, kesici aletlerle küçük darbeler eşliğinde eşelemek, zenginliğe zenginlik katmak gibiydi toplumsal bellek adına.
Dedim ya; 1999 yılından bu yana “anı paylaşımı-anlatımı” beni yeni ufuklara yönelten bir dönüm noktasıydı meslek hayatımda. 2.Dünya Savaşı gazilerimizden müzik tarihimize, folklorik anlatımlardan mesleki anılara kadar çok geniş bir yelpazede yor aldım “anı toplayıcılığında”.
Terzinin kendi söküğünü dikmekten kaçınması-ertelemesi gibi hep erteledim-erteledik yanı başımdaki değerlerimizi.
Ana’mla aile geçmişimizden hep söz eder, 1964 ve 1974 savaşlarımızı bir “ana” yaşanmışlıkları içerisinde hep anlatırken, parmağımın ucunda değildi kayıt cihazım. “bir oturalım da uzun uzadıya anlat bana” demenin arkasına takıldık, ta ki toprağa verene kadar. Ve babam...
Neresinden tutsam ki anılarını, yaşanmışlıklarını...
O kadar çok farklı yönler vardı ki hayatında bana anlatacağı, her biri apayrı değerlerdeydi geçmişe dair.
Futbol yaşamını mı alsaydım ele... mesela Çetinkaya’da başlayan futbol yaşamına geçmeden büyük babamın (Raşit öğretmen)LTSK (Lefkoşa Türk Spor Kulübü” ve Çetinkaya’nın meşhur sağ açıklarından olduğunu mu anlattırsaydım kendisine, dedesi Mustafa efendinin Yenicamii’nin müezzinliğinden mi bahsettirseydim, yoksa büyük dayısı sabuncu Ali efendiye sabun yapımında nasıl yardım ettiğini mi tarif ettirseydim. Çetinkaya’daki antremanlarını, maçlarını anlattırsa mıydım öncelikle, ardından 19 yaşında Limasol’daki Barclays Bank’ta ilk meslek yaşamına başlarken Doğan Türk Birliği’nde top oynadığına mı geçsek. Doğan ve Ocak’ın (TOL) antrenörlük zamanlarından söz ederken, daima gururla dile getirdiği Ocak furbolcularının bazılarını derede oynamaktan kurtarıp sahada flaş futbolcular olduklarını mı... yoksa Binatlı takımını 3. Lig’den 2. Lig’e taşıdığı ve o heycanı mutluluğu ve dostluğu yaşadığı dönemi mi. ’74 sonrası Girna Halk Evi spor kulübünün antrenörlüğünden hatırladığım Süleyman abilerden, Erollardan, Tahsinlerden, idarecilerden Mustafa hocalardan mı bahsetseydik. Yoksa şu an bölgelerindeki bir sakin olarak yaşamımı sürdürdüğüm Çatalköy’deki Düzkaya’yı çalıştırdığı dönemklerden mi.
Yoksa tüm bunları bırakıp 52 yıl bankacılık sektöründeki hizmetine mi geçseydik. 1956 İngiliz döneminden başlayıp, Cumhuriyet, Federe, KKTC’deki bankacılık yaşamına mı mercek tutsaydık; Cumhuriyet dönemi bankacılık grevleri, İngiliz sistemiyle yetişip geleneksel Türk bankacılık sistemine direngenliğinden, bilgisini paylaşımından, titizliğinden mi. Böylesi bir “yarım asırdan” mı alsaydık anıları...
Yoksa bunları da bir yana bırakıp TMT’ciliğinden, 1974’deki 93 günlük Limasol’daki esir kampı hikayelerini mi dinleseydim kendisinden. İlk esir alınan grupla birlikte futbol sahasındaki ilk geceleri/günleri mi anlatsaydı bana öncelikle, ardından geçse miydik Rum lisesinin esir kampına dönüştürüldüğü, o keşmekeş içerisinde yaşanan traji-komik olaylara sırasında birlikte gülsek, birlikte mi ağlasaydık...
Yoksa bunu da bir kenara itip 1976’dan bu yana pulculuğunu ölene kadar sürdürdüğü, bir “filaterist” olarak ülkemizde bilindiği, o dünyanın güzelliklerini, inceliklerini ve “ben ölürsem bunları sürdürmeye devam et” dediği koleksiyonculuğundan mı bahsetseydik...
Anılarının neresinden tutsaydım ki baba’m...
Ardından kalan ve elimde tuttuğum ilk şey, sana gösterilen sevgi ve saygı oldu.
Anılarından kalanlar ise boynumun borcu...