Anan Planı referandumunun yirminci yılı: AB, Kıbrıs sorununda niçin daha aktif bir rol üstlenmelidir?

Yücel Vural

Yeni müzakere sürecinin arifesinde bulunduğunmuz bu günlerde AB’nin rolünün dikkate alınması bir zorunluluktur. Bu zorunluluğun belirli nedenleri vardır.

Öncelikle Kıbrıs’ın AB üyeliğinin dayandığı meşruiyet zemininde Kıbrıslı Türklerin de payının bulunduğunu belirtmemiz gerekir. Zamanın siyasi liderliğinin pahalıya mal olan redçi ve ayak sürüyen tutumuna rağmen, Federal çözüm ve AB üyeliği perspektifi, KıbrıslıTürkleri tarihte eşi-benzeri görülmemiş bir şekilde seferber etmiş ve binlerce KıbrıslıTürkün sokağa akmasına neden olmuştu. AB, 10 yıldan fazla bir süre KıbrıslıTürk liderliğinin da katılım sürecinde yer ve rol almasını beklemiş ve bunun gerçekleşmeyeceğinin anlaşılması nedeniyle süreci, geride ciddi bir anomali bırakarak, yani AB mevzuatını kuzeyde askıya alarak tamamlamak zorunda bırakılmıştır. Kıbrıs’ın AB üyeliğinin, KıbrıslıTürkleri de kapsayacak şekilde, hukuki ve siyasi bir zemine dayandığı açıktır. Dolayısıyla, doğru olan AB’nin uygun araçlarla çözüm sürecine daha aktif katkıda bulunması ve üyeliğin ardından geçen 20 yıldan sonra mevcut anomaliyi sonlandırmaya, yani AB mezuatını Kıbrıs’ın kuzeyinde de uygulamaya dönük adımlar atmaya başlamasıdır.

Kıbrıs’ın da içinde bulunduğu bölgede tırmanan ve önü bir türlü alınamayan gerginlik ve bölgesel bir savaş tehlikesi, mevcut anomalinin devam ettiği koşullarda, hem Kıbrıslılar için somut bir tehlike yaratmakta hem de AB’nin Güneydoğu ucunda siyasi ve askeri istikrarsızlık zemini oluşmasına yol açmaktadır. Bunun nedeni ise bazı aktörlerin maceracı tutumları, bazılarının da jeopolitik oyunlarıdır. Bölgesel bir savaşın patlak vermesi durumunda bahsi geçen faktörlerin yol açabileceği zararları şimdiden hesaba katmak gerekmektedir. Bu durumun varlığı, AB’nin Kıbrıs sorununun çözümünde daha aktif rol üstlenmesini gerektiren ve önemi daha da az olmayan, ikinci nedendir.

Her ne kadar da, tarihsel olarak, ilgili tüm taraflar BM’nın Kıbrıs’taki rolü üzerinde genellikle olumlu bir bakış açısına sahip olmuş olsalar da, BM’in rolünün de bazı önemli sınırlılıklara tabi olduğu bilinmektedir. Rusya’nın Annan Planı’nın ve çözümün geröekleşmesi durumunda BM’nin Kıbrısta üstleneceği yeni rolüyle ilgili karar tasarısını tartışıldığı Güvenlik Konseyi toplantısında, sudan gerekçelerle veto yetkisini kullanması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur. Rusya’nın AB içinde istikrarsızlık yaratmaya dönük jeopolitik beklentisinden vaz geçtiği söylenemez. Bu açıdan Kıbrıs sorunu Rusya için bir etki alanı sunmaktadır. Kaldı ki AB’nin daha aktif rol üstlenmesi BM’nin rolüne alternatif bir gelişme olarak ele alınmamalıdır. AB, iki toplum ilişkilerinin normalleşmesini öngörecek şekilde ve mevcut BM parametreleri çerçevesinde statükonun çatlatılarak çözüme doğru evrilmesine katkı koyacak siyasal, kurumsal ve finansal olanaklara sahiptir. BM bu olanaklara sahip değildir. Örneğin, AB parlamentosunda Kıbrıs’ın kuzeyi için öngörülen 2 temsilcinin Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan AB vatandaşları tarafından ve KıbrıslıTürk partilerin göstereceği adaylar arasından seçilmesinin sağlanması mümkündür. Bunun için bazı engellerin varlığından bahsedilebilse bile, bunların çözümü AB çerçevesi içinde mümkündür.

Ayni şekilde Türkiye’nin Batı’ya dönme çabasının kurumsallaşması sürecinde de AB Kıbrıs’ta daha aktif bir rol oynamak zorundadır. AB ve Türkiye hükümet yetkililerinin karşılıklı olumlu yaklaşımlarının belirginleşmeye başladığı bu günlerde, zamanın doğru kullanılması gerekiyor. Aksi halde Kıbrıs sorununun varlığı Türkiye’nin stratejik hedef olarak gördüğü AB üyelik sürecine köstek olmaya devam edecektir. Türkiye -AB ilişkilerinde yaşanan tıkanıklığın devam etmesinin de Kıbrıs sorununda, geçmişte olduğu gibi, olumsuzluk yaratmaya devam edeceği açıktır.

AB’nin Kıbrıs sorununda daha aktif rol üstlenmesinin başka önemli bir nedeni de  statükonun direngen yapısıdır. Statükonun tercih edilebilir bir durum olmadığını düşünen siyasal güçler, en başta da müzakerelerdeki tarafların liderleri, kendi toplumları içinde, AB’nin çözüm sürecinde daha etkin olmasını sağlayacak siyasi ve hukuki bir zemini oluşturmakla sorumludurlar. Aksi halde AB’ne atfedilen herhangi olumlu bir yaklaşımın fazla değeri olmayacaktır. AB, statükoyu BM parametreleri zemininde çözüme dönüştürecek adımlara somut destek sağlayabildiği oranda, Kıbrıs sorunundaki etkisini artırabilir.

AB’nin KıbrıslıTürk toplumunun birliğe entegrasyonunu önemsediği gerçeği yadsınamaz. Ama mevcut koşullarda bu amacı gerçekleştirecek enstrümanlar AB’nden esirgenmektedir.

AB’nin 10. Protokolü askıdan indirerek AB mevzuatının kuzeyde de uygulanmasının yolunu açması statükoyu çatlatacak önemli bir adım olacaktır. Bunun için atılması gereken ilk adım uluslararası hukuk çerçevesinde KıbrıslıTürk toplumunun anayasal statüye sahip bir yönetime sahip olmasıdır. Böyle bir statü mevcut müzakere konularını masadan kaldırmayacağı gibi, nihai çözüm anlamına da gelmeyecektir. KıbrıslıTürk lider Tatar’ın BM Genel Sekreteri Guterres’le görüştükten yaptığı açıklamanın önemi sadece tıkanınıklıktan çıkış için gerçekçi bir yol sunmakla sınırlı değildir. Bu söylemin uygulamaya konması, iki tarafın müzakere sürecinde yaşadıkları korkuların ortadan kaldırılması açısından da yüksek bir değeri vardır.

Tatar, KıbrıslıTürk tarafının müzakere masasına dönmesi için 1960 Kuruluş Andlaşması’nda mevcut statüden gerii adıl atılamayacağını söylemektedir. Zaten bu yazıda da bahsedilen statü o statüdür. Tatar’ın [şimdilik] söylemekten kaçındığı şey ise zaten 11 Şubat 2014 tarihli Anastasiadis-Eroğlu Ortak Bildirisi’nde mevcut olan nihai hedeftir.

Ancak, atılması gereken ilk adımla ulaşılması gereken nihai hedefin birbirine karıştırılmaması, yani ‘ya hep, ya hiç’ mantığının terkedilmesi gerekiyor. Her iki taraf da nihai çözümde elde edeceklerini ilk adımda talep etmekten vazgeçmelidir. Mesela, KıbrıslıRumların yönetimindeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin üzerinde uzlaşılmış modeller çerçevesinde federal bir yapıya dönüştürülene kadar, anayasal statü kazanmış bir KıbrıslıTürk yönetimi AB mevzuatından sapmadan kuzeyde tek yönetim otoritesi olacaktır. Ayni şekilde KıbrıslıTürk tarafı da Kıbrıs’ın bölünmesini öngören tasarımdan vazgeçerek, adım adım ilerleyecek bir süreç aracılığıyla güç paylaşımının gerçekleştirilmesini kabul edecektir.

AB’ne daha etkin bir manevra alanı sunacak olan ve ‘Kapsamlı çözüm’ modeline alternatif yeni bir yaklaşımın benimsenmesi durumunda kaybeden bir tarafın olmayacağı, iki toplum arasındaki ilişkilerin tamamen normalleşme yoluna girmesi için şimdikinden daha olumlu bir ortamın ortaya çıkacağı açıktır.