“Ana” vatanında Doğup “Baba” vatanında Yaşayan Bir Kadının Öznesizliği

Aslı Murat

 

Kıbrıslı Türklerin “özne olabilme” problematiği bugün başlamadı. Tarih sayfalarını karıştırdığımız zaman, irademizi, birbirinden farklı yönetimlere ellerimizle teslim ettiğimiz dönemlere rastlarız. Tabiri caizse, işbirlikçilik çok da yabancı olduğumuz bir özellik değil. İşin en kötü tarafı da, bu sorunun KKTC’nin kuruluşu ile başlamadığı, milliyetçilik zehrinin damarlarımıza zerk edildiği dönemlere kadar uzandığı gerçeğidir. Bunun karşısında duranlara da uzun yıllar yaşam alanı tanınmadı.

İnsanları özellikle dost – düşman diye iki gruba ayıran, iyi ve kötünün ayırdına varabilmemize yardımcı olacak aklı ortadan kaldıran bu ideoloji, çok sistematik bir şekilde zihinlere yerleşir. O kadar tehlikelidir ki, kendisine karşı duran kesimleri bile etkisi altına alabilir. İşte o noktada bir Truva atı gibi davranır. En içimize sızarak benliğimizi, sözümüzü ve eylemimizi belirler.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanları “Türkleştirme ve İslamlaştırma” politikaları karşısında duran bir muhalefet vardır. Bu kesimler, uzun yıllar hor görüldü, ötekileştirildi hatta yok sayılarak cezalandırıldılar. Hedef grup içinde sadece Kıbrıslılar yoktu.  Burayı memleketi gibi gören ve Tanıl Bora’nın “Türk Sağının Üç Hâli” kitabında ele aldığı; milliyetçilik – muhafazakârlık ve islamcılığın cenderesinden geçen Aleviler ve Kürtler de bizim kadar acı çektiler. Belki birçoğumuz bilmiyor ama özellikle 90’lı yıllarda (ki geçtiğimiz sene bile yaşandı) evleri basıldı, yasaklı olduğu belirlenen “kitaplar” sebebiyle tutuklandılar. Tabi ki bu grupları da tekdüze olarak sınıflandırmak mümkün değil. İçlerinde, kendini KKTC’nin koruyucu neferi gibi gören birçok işbirlikçi Kıbrıslı gibi asimile olmuş iktidar sevicileri de vardır.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin vazgeçilmez propaganda araçları arasında sayılan “özne olabilme” hedefinin, sadece kimlik mücadelesine sıkıştırılması ve cinsiyetçilik- ganimeti meşrulaştırmak- yoksulluk – faşizm – neo liberal uygulamalar gibi sağ ideolojinin yayılma alanlarına dokunulmaması neticesinde, hiç istemediğimiz bir noktaya varabiliriz. Böyle bir durumda, Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik uyguladığı nüfus politikasını, vatandaşlık uygulamalarını konuşmaya kalkınca “Türkiyeli düşmanı” diye tanımlanabilir, “Kıbrıslı milliyetçiliği yapıyorsunuz” cevabı ile karşılaşabiliriz. Hâlbuki bu oyunu bozmak çok zor değil. Bu da insanı odağına alan, tüm kimlikleri bir potada barındırabilen ve sol dayanışmayı yücelten bir yöntemle var edilebilir.

Maalesef yıllar içinde yok olan kimi değerler, yerini tüm kesimlerin kendi kimliklerine sarıldığı bir çıkmaza bıraktı. Bunun yaşanmasındaki en büyük sorumluluk da örgütlü mücadele alanında yaşanan çözülmede aranabilir. Merkez sol ve sosyal demokrat partiler, iktidara gelme hevesine kapılıp politika yapmaktan vazgeçtiler. İlk zamanlar, “hükümet olmakla değişimi sağlamayı hedefliyoruz” deseler de, iyice değerlerden koptular. Halkın Partisi’nin parlattığı “suya sabuna dokunmadan temiz kalma” yanılgısı, bir rüzgar gibi etrafımızı sardı. Nisan seçimi öncesinde adaylar ile ilgili “temizlik – güvenilirlik – teknik bilgi sahibi” gibi değerlerin en ön sıralarda yer almasının da bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Rakip gruplar, birbirlerinin “pisliğini” ortaya çıkarmak için sıraya girmiş bekliyorlar.

Bir tarafta durum bu iken, diğer tarafta milli kimliğe dayalı faşist politikalarını açıkça sergilemekten çekinmeyen YDP ve diğer sağ partiler, Kıbrıs’taki solun dayanışma içinde olması gereken kesimlere yönelik propagandalarını her geçen gün yaygınlaştırıyor. Cüzdanında 3 tane kimlik taşıyan ve aslında hiçbiri ile tam anlamıyla özneleşemeyen bir kadın olarak,  bu duruma şaşırıyorum. Derdimiz yok olmaksa, derdimiz çürümeyse, derdimiz yabancılaşmaysa o zaman çözüm de dayanışmadan geçer. Ama bu, seçim dönemlerinde başörtülü bir kadınla tokalaşırken poz vererek, saatlerdir çalışan bir işçinin kirli tulumuna sarılarak, bir çocuğu (istismar etme pahasına) kucaklayarak, köy kahvesinde iskemle üstünde kahve içerek, bir nenenin kocaman kazanın içindeki her seyi karıştırmasına yardım ederek, hayvancının mandırasında inek sağarak yapılamaz. Hele hele tüm Kıbrıs’ı paylaştığımız diğer toplumları genelleştirip; “onlar zaten bizi istemez, biz kendimizi var edelim” deyip, barıştan olabildiğince uzaklaşarak hiç olmaz.

İlla ki varlığımızı kanıtlayacaksak ve bunun başarıya ulaşacağına inanıyorsak, kurtarıcı pozisyonundan sıyrılıp sol ideolojinin temeli olan kolektif özneyi kurmaya yönelmeliyiz. Bunu yaparken de faşizme gereken cevabı vermekten geri durmamalıyız. Unutmayın, dün küçük bir sinek vızıltısı gibi duyulan sesler, bugün insanımızın vatandaşlığını Meclis kürsüsünden sorgulama haddini kendinde görmeye başladı. Gereken cevap verilmezse, ne özne olabiliriz ne de kendi irademizle bu ülkeyi yönetebiliriz. “Özne olma” hayalleriniz de başka bahara kalır. Ama o zaman da çiçekler, aynı renkte ve çeşitlilikte açmayabilir.