Zafer Kodan
zamanaşımı yanılgılarıyla alzheimer gelgitleri
osuruktan tayarre
bir şarkıya benzerdi sesi ya da bir çocuğun anne seslenişi
“deniz” dedi
sanki yollar o andan sonra uzadı bir yeşil bir mavi dans başladı
sararmış düşünceler uçuştu bir düşten uyandı yaprağında sonbahar
yolun da sakalı var gittikçe uzayan kekliklerin üzüm bağlarının akasyaların ardından
umutta hüzzam bir yanı ölüm zor ya da kolay bildiğin gibi gel
bir şarkı çalarken pembeleşecek badem çiçekleri beklemiyoruz artık seni
kaybedilmiş bir kavganın sancılarıyım kabusunda gecelerin
gündüzleri yoldaşın sevgibekçin candaşın
kısacık bir yolmuş hayat sonu sonbahar
bir çocuk karşıladı kolları sonuna kadar açık kucakladı dünyayı seninle birlikte
dedik ya osuruktan tayarre
uçup gitti
Bir hayat biriktiriyoruz ezelden ilahiler vaktine nakışlı odalarda...
Yetim kalmış o küçücük ellerinde elişleri. Islak tuzlu bir gecede, çocuk hayallerinde lambanın gölgesinde raks eder lefkara işleri. Lambanın suyu bitse, telaşı bitecek terleyen gecenin, isten ay sönecek, gece karanlığa dönecek... Yacakta bucakta ne kadarsa gözünüzün nurundan elinizin emeğinden toplananlar, aceleye yetişme telaşıyla, koşar gibi, sağa sola takılmamaya geceden her defasında tembihli. Eski konak eskimiş, ne sevecen ne somurtkan, işbilir, açıkgöz bir kadın Arpine teyze, parçabaşıcı. Bütün emeklerin karşılığı iki şilin, bir karın tokluğu bir umut panoraması. Sonra yeşil sabunlar yeşil yeşil, ak ak kazanlı sulardan dökülen... Sonra gezmelerle tozmalar yan yana sahil boyunca, kadınlar erkekler çocuklar ve diğerleri... Erkeklerde briyantin modası, Clark Gable bıyığı, kadınlar kısa etekli, kırmızılıklı... Etten kemikten ruhdan olanlar ve diğerleri, o gün yeniden batmakta olan güneşin esintisinde mavi mavi kızıl kızıl çığlık çığlığa bir panayır yerini geziyor...
Tuzdan kanatlı martıların uçuştuğu o şehrin ebedi suretine kaçıyoruz çocukluğumuzu bıraktığımız yerde arıyoruz yıkımın mahallelerinde, kaybettiğimiz oyuncaklar arasında...
Asfaltta ve toprakta kara çelimsiz kuru ayakları yanıyor çocukların. Hiçbir yönü yok ağlamalarının, şaşkın mermiler toplar gibi gözyaşları. Heryana gitmek isteyen insanlar arasında dolanıyor ruhları ellerinde, neden nasıl öldüğünü bilemeden asker bedenleri geleceğin kehanetleri gibi... Analar, kızkardeşler ve çocuklar, erkeklerin savaşa durduğu, öldürüp öldürüldüğü yeryüzünün kızılkana kesmiş topraklarının bir kenarında, gökyüzünde dolanan o buluta bakıyorlar, acılı bir manasızlık içinde, şuursuzca... Analar, kızkardeşler, çocuklar ve esaretten nasibini alanlar bir telaşın, bir bilinmezliğin içinde... Ve diğerleri, ulvi bir teşkilat görevi olarak bu acının, parçalanmışlığın, telaşın, bilinmezliğin bilinen hesaplarını yapıyor...
Ve bir emir de o verdi, yazı yazan: “kalbi taştan olanlar bundan muaf olacaklar...”
Ve gayrı öyle oldu tüm kainatta.
Önce yüzünü sonra yüreğini çatllattı bu yabancı yerlerin toprağı... Yeis hallerine eklendi ölümler, ayrılıklar... Sanki de ateşi sen çalmıştın, gün doğarken kartallar yedi ciğerini ilanihaye, etten kemikten insandan olanlarla birlikte... Ve diğerleri, zorbadan olanlar yine vardı varsıllık ve yokluk içinde... Bir yol var çocukluğumuza giden ya da onu bize getiren. Yola çıkmışız, elimin üstünde elin, etrafı metrafı seyrederek gidiyoruz, mutluyuz... Bir rüya görüyorum: ‘Ardıç ağacıymışsın. Yorgun, gölgende dinleniyormuşum. Usul usul bir rüzgâr esiyor dallarının arasından uzak bir şarkı gibi zaman... Siyah saçlı bir kadın geliyor taa uzaktan, eşarplı bir nine diğer yandan. Biri annen diğeri kızkardeşin, ellerinde lefkara işleri, oturup işliyorsunuz ağacın gölgesinde. Bir ardıç kuşu da sizi seyrediyor ağacın tepesinden, meğer o benmişim...’