‘Altın Çağ’dan,  küresel salgına!

Tümay Tuğyan

‘Ey mutlu çağ!’ diye haykırdı Don Kişot…

‘Atalarımızın altın çağ dedikleri mutlu çağ! Gerçi, şu demir çağda o kadar değer verilen altın, o zamanlar da kolayca bulunmuyordu ama, o zamanda yaşayan ölümlüler, ‘benimki’ ve ‘seninki’ denilen bu iki bayağı sözün ne olduğunu bilmiyorlardı. O kutsal çağda herşey ortaklaşaydı. Yaşamak için, insanların ellerini uzatıp meşe ağaçlarında bol bol yetişen şu lezzetli meyveleri toplamaları yeterliydi. Berrak suların aktığı çeşmeler, sel gibi akan ırmaklar, insanlara saf ve temiz bir su sunuyorlardı. Çalışkan arılar, kayaların ve ağaçların oyuklarında bir araya geliyor ve çalışmalarının sonucunda elde ettikleri o tatlı ürünü, hiçbir karşılık beklemeden, her elini uzatana sunuyorlardı. Mantarlar, sanki bir incelikle, geniş ve hafif kabuklarından sıyrılıyor, insanları sıcağa ve soğuğa karşı korumak için kazıklar üzerine kurulmuş olan kulübelerin üstlerini örtmeye yarıyorlardı. O zamanlar, bütün dünyada barış ve dostluk hakimdi. Sapanın sivri demiri, toprak anamızın sinesini kirletmeye cesaret edemiyor, toprak anamız hiç mecbur tutulmadan, kucağında büyüttüğü çocuklarını besliyor, her türlü ihtiyacını temin ediyordu. Adalet tamdı; şimdiki gibi çıkarlar ve ayrıcalıklar onu kemirmemişti’…

 

***

 

İspanyol yazar Cervantes’in, ünlü romanı Don Kişot’u (Don Quijote) kaleme aldığı yıllarda İspanya, keşfedilen yeni dünya Amerika’dan oluk oluk akan altın ve gümüşle, ‘Altın Çağı’nı yaşıyor, bu keşifle küresel anlamda hayat bulan kapitalizm, bir yanda daha da zengileşen bir burjuva sınıfı, öte yanda ise daha da fakirleşen bir halk yaratıyordu.

Sanayi Devrimi’yle beraberse, modern anlamda kapitalizmin ikinci ve en büyük ilmiği atılıyor, La Mancha’lı şövalyenin yukarıda alıntı yaptığım yakınmaları, daha da bir anlam kazanıyordu.

 

***

‘Yeni Dünya’nın sömürülmesiyle başlayıp, bu ‘Yeni Dünya’nın, lider sömürücü haline geldiği sistemin tahtı, bugün küresel anlamda hakimiyeti ele geçiren bir başka güç tarafından, sallanıyor.

Koronavirüs salgını ve devletlerin bu salgınla mücadele etme yöntemleri, kapitalizm- sosyalizm karşılaştırmalarını ve tartışmalarını çok güçlü bir biçimde gündeme getiriyor.

Tüm dünyanın birlikte yaşamakta olduğu bu kriz öncelikle, yıllar yılı devletler eliyle büyük kesintilere uğrayan sağlık sektörlerini sınıyor.

sağlığa yatırım yapmak yerine daha ‘kârlı’ yatırımlar peşinde koşan bu sistem, bugün kan ağlıyor, sağlık sektörünü özelleştiren devletler, geldiğimiz aşamada özel sağlık kuruluşlarını kamulaştırmaya uğraşıyor.

Sağlık alanında kamuyu küçültüp özelleştiren ülkelerde bugün,  sigortasız vatandaşların nasıl tedavi edileceği tartışılıyor.

İhtiyaç duyulan ilaç ve tıbbi malzemeye ulaşımın da ‘para’ demek olduğu günümüz dünyasında, bu medikal altyapıya neden devletlerin sahip olmadığı sorgulanıyor ve bu alanda da ‘devletleşme’ ihtiyacı ortaya çıkıyor.

 

***

 

Bu salgın bize çok net bir biçimde, kâr-zarar hesabıyla değil, insan odaklı bir bakışla yönetilmesi gereken bir dünyaya, bireysel çıkarlara değil, kolektif dayanışmaya ve işbirliklerine işaret ediyor.

 

***

 

Korona salgını döneminde evlerimize kapanmış olmanın olumlu taraflarından biri de şüphesiz, hayatın normal akışında her zaman arzu ettiğimiz oranda zaman ayıramadığımız bazı şeylere, şimdi fırsat yaratabilme olanağımız.

Ben kendi adıma artım, daha fazla kitap okuyabilmek.

Şu anda elimde, Cervantes’in Don Kişot’u var.

Bundan 4 yüz yıl önce kaleme alınmış bu kitap bugün bize, kapitalist düzenin yol açtığı eşitsizliği, ta 4 yüz yıl öncesinin tespitleriyle, hatırlatıyor;

 

‘O zamanda yaşayan ölümlüler, ‘benimki’ ve ‘seninki’ denilen bu iki bayağı sözün ne olduğunu bilmiyorlardı. O kutsal çağda herşey ortaklaşaydı. Yaşamak için, insanların ellerini uzatıp meşe ağaçlarında bol bol yetişen şu lezzetli meyveleri toplamaları yeterliydi. Berrak suların aktığı çeşmeler, sel gibi akan ırmaklar, insanlara saf ve temiz bir su sunuyorlardı. Çalışkan arılar, kayaların ve ağaçların oyuklarında bir araya geliyor ve çalışmalarının sonucunda elde ettikleri o tatlı ürünü, hiçbir karşılık beklemeden, her elini uzatana sunuyorlardı. Mantarlar, sanki bir incelikle, geniş ve hafif kabuklarından sıyrılıyor, insanları sıcağa ve soğuğa karşı korumak için kazıklar üzerine kurulmuş olan kulübelerin üstlerini örtmeye yarıyorlardı. O zamanlar, bütün dünyada barış ve dostluk hakimdi. Sapanın sivri demiri, toprak anamızın sinesini kirletmeye cesaret edemiyor, toprak anamız hiç mecbur tutulmadan, kucağında büyüttüğü çocuklarını besliyor, her türlü ihtiyacını temin ediyordu. Adalet tamdı; şimdiki gibi çıkarlar ve ayrıcalıklar onu kemirmemişti’…