“Akama’da aşk başkadır…”

Sevgül Uludağ

BAF’TAN HATIRALAR…

 

ULUS IRKAD                                  

Maria köyün en güzel kızıydı. Siyah gözleri, ince bir kalemle çekilmiş gibi siyah ve göze çarpan ipince kaşları vardı. Siyah uzun saçları ise uzun boyuyla orantılı olarak, ta beline kadar gelirdi. Akama Bölgesi onun güzelliğini anlatırdı hep. Bölgenin en zengini Atanasu’nun kızıydı Maria. Güzeller güzeli Maria’yı görmek için tüm Akama yöresinin erkekleri onun bulunduğu köye akın ederdi. Ama bölgenin en zengin adamı, Atanasu, kızının eline değecek adamı dünyaya geldiğine de bin pişman edebilirdi. Anlatacaklarım ancak Türk filmlerine senaryo olur ama ben size belki de bazı isimleri değiştirerek Baf  ve yöresi köylerinden bahsediyorum. Atanasu gibi pekala bizim Kıbrıslıtürk ağalar da vardır o yörelerde. Esasında İngiliz Döneminde, ta 1930 yıllarına kadar toprak sorunları devam etmiştir de daha sonrası İngiliz’in kendisi büyük çiftlikleri bazı halk kesimleriyle bazı ileri gelenlere de dağıtmıştır. Örneğin Baf’ta Hirsofu ve Mamonyalı Sadrazam Mehmet Emin Paşa’nın çiftliği Aşelya’nın bir kısmı, Kıbrıslırum ileri gelenlerden Gagaoyanni’ye verilmiştir. Sözü geçen çiftliğin bir kısmı da daha sonraları devlete bağışlanmıştır. 1949 yılına kadar sözü geçen Çiftliğin bir Baflı bakıcısı, Sadrazamın ailesi adına idare etmiştir. Baflılar 1974 öncesi Baf’a giderken hemen Kukla’dan sonra Mandirga’ya varmadan önce Gagoyanni’nin çiftliğini çok iyi hatırlayacaklardır. Söz konusu şahıs Kavanin Meclis’i Baf temsilcisiyken İngiliz’in de yardımlarıyla Osmanlı’nın Baf bölgesi’ndeki bazı mallarına sahip olmuştu. Eski tapuculardan rahmetli Ali Halluma ile Sabri Oğuzkan ölmeden önce bana bu tapu malları hakkında da epey bilgi vermişlerdi. Ali Halluma ve Sabri Oğuzkan Aşelya çiftliği’nin bütün ayrıntılarını da bana anlatmışlardı. Herneyse, işte Atanasu da Akama Bölgesi çiftlik ağalarındandır. Bu arada size 1930’lu yıllarda birçok Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum köylülerin Poli -Hirsofu Bölgesi’ndeki çiftlik ağalarına karşı başkaldırıya katıldıklarını ve bu ağalardan bazılarının o bölge içerisindeki bazı toprak ağalarının elkoydukları su kaynaklarının devletleştirilmesine neden olduklarını da buradan yazayım. O yıllarda trafik kazası geçirmeden önce bu toprakların halka devredilmesinde önemli rol oynayan rahmetli avukat Süleyman Şevket’in rolünü ve kahramanlığını da buradan anlatmak bir görev benim için. Yani İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında bu bölgelerde hem toprak sorunları hem de milliyetçilikler oldukça doruktadır.

Akama Bölgesi’nin güzeller güzeli Maria, kendi toplumundan yakışıklı Kıbrıslırum erkeklerine yüz vermez ama yine köylüsü bir Kıbrıslıtürk gencine aşık olur. Tabi babası Atanasu’nun bu olayı duymasını istemez. Aşık erkek kahramanımız ise Behçet adlı genç yakışıklı bir Kıbrıslıtürk’tür. Maria, Behçet’i görmediği günlerde ne yapar eder, köyün dışına çıkar ve Behçet’le muhakkak görüşürdü. Bu aşk gizlenmesine rağmen kısa zamanda da Akama Bölgesi’nde duyulur. Olay 1950’lerin sonlarında geçmektedir. Kıbrıslırum kızı Maria ile Behçet’in aşkı kısa zamanda bölgede dambul düdük olur. İki genç aşık kısa zamanda kendi toplumlarının hiddeti ile karşılaşırlar. Atanasu, hem toprak ağasıdır hem de milliyetçi bir adamdır. Kızının bir Kıbrıslıtürkle aşk yaşamasını istemez. Kızının Lefkoşa’ya annesi de yanında giderek Behçet’le ilişkisinin sona ermesini arzular. Maria Lefkoşa’da bir cimnasyumda okuyacaktır. Bu arada Behçet de Lefkoşa’da Erkek Lisesi’ne yazılır. Amaç Maria’yla orada daha kolay buluşmaktır. Devir TMT ve EOKA’nın böyle olaylara bile izin vermediği Helenlikle Türkçülüğün etkili olduğu devirdir. Behçet, bu yasak aşk yüzünden TMT’nin tehditlerini yediği gibi EOKA’nın tehditleriyle de karşılaşır. Ama buna rağmen Lefkoşa’da Maria’yla buluşmaya devam eder. Kıbrıslırum Cimnasyu talebeleriyle Erkek Lisesi’nin rakip okullar olarak belli yerlerde karşılaşmaları ve kavga etmelerini bile umursamaz. Maria’yla Behçet o taşların ve de sis bombalarının arasında el ele tutuşup kalabalıkları yarıp ıssız yerlerde buluşmaya devam ederler. Bir keresinde Behçet’in varlığını fark eden Kıbrıslırum öğrenciler onu öldüresiye döverler ama gönül ferman dinlememektedir. O Mariasıyla beraber olmak için canını bile hiçe sayar. Maria ve Behçet… Şimdi bile düşünseniz, şimdi bile yasak olan bir normal aşk hikayesinin kurbanları bu gençler. İşte o günler, Maria’nın Behçet’ten kopuşunun en son noktasını koyacağımız günler yakındır. Atanasu Efendi, kızının Behçet’le Lefkoşa’da yaşadığı aşkı haber almış ve onu bu azgın Türk’ten kurtarmaya karar vermiştir. Gerçi komşu civar köyler de bu ilişkiye karşıdırlar. Yedi Köy’ün zengini Atanasu’nun kızı Maria, etrafında fink atan o kadar  Ballligari (kahraman) ve kendi kanından Kıbrıslırum genci varken ne diye bir Türk’le birlikte olmak istemiştir? Bu iş artık bir ar ve namus meselesi haline gelmiştir. Karar oldukça kesindir Maria eğitimine Atina’daki akrabalarının yanında devam edecektir. Bu Maria için bir yıkım olur. Behçet için de tabii…

Yıllardan 1961’dir yaşım 4-5 civarında. Siyahlar giymiş, genç ve güzel bir Kıbrıslırum kızını hatırlıyorum. Yüzü pespembedir. Siyah gözlüdür. İnce uzun boylu ve endamlıdır… Güzelliğini şimdiye kadar hiç unutamadım. Nineme ağlayarak Rumca derdini anlatmaktadır. Yaşananlara artık dayanamamaktadır. Sevginin yaşanmasına izin verilmediği, bunun milliyetçilik davasıyla karıştırıldığı, farklılıkların hiç ama hiç tolere edilmediği bir dönemdeyiz. Yani diyeceğim 60 sene önce kadar. 1963 olayları daha başlamamıştır. Dedem Maria’yla Behçet’in köyünde Ebistat (Yol memuru)... Atanasu Efendi’yi dedem daha 1930’lu yıllardan beri tanımaktadır. Ama bu konuda dedemin, hani şu “Horgondus Hamza Beyis” (Hamza Bey’in Köyü) lafının çok geçtiği Baf Bölgesi’ndeki Kıbrıslırum ve de Kıbrıslıtürk halkının çok sevdiği bu adamın bile nasihatleri dinlenmez (Baf köylüleri “Gallineborni” “Kaleburnu” ismini duydular mı dedem için bu sözü söylerlerdi). Dedem Hamza Efendi, bu iki gencin izdivacına izin verilmesi için o bölgenin dini lideriyle de temasa geçer ve bu iki gencin izdivacına izin verilmesini ister. Ama Milliyetçilikler izdivaçtan da öte daha fazla etkindir. Karar: Maria, Atina’ya gidecektir. Akama Bölgesi böylesi bir Romeo ve Juliet hikayesini tarihinde yaşamamıştır. Maria, Atina’ya gitmeden önce, ağlayarak, Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum tanıdıkları birer birer ziyaret etmektedir. Maria hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Sonra nine ve dedeme Behçet’e verilmesi için bir resim verir. Maria, bunu Behçet’e onu unutmaması için göndermiştir. Dedem ise Maria gittikten sonra bu resmi Behçet’e iletir. Behçet de bu ayrılıştan dolayı çok üzülmüştür. Ama Kıbrıs’ın bu her şeyin önüne geçen kaderi bu iki genci de oldukça yaralar.

1963 yılındayız. Göçmenlikler ve ölümler yaşanır. Binlerce insan göçmen durumuna düşer. İnsanlar çadırların içinde göçmenlik acılarıyla beraberdir. Behçet, o yıllarda Türkiye’de üniversitededir. Doktor olacaktır. Ansızın Erenköy çıkarması yaşanır. Behçet de arkadaşlarıyla Erenköy’e çıkar. Bu arada Behçet’in ailesi de göçmen düşer. Ayrılıklar, üzüntüler ve acılara acılar eklenir. Kıbrıstürk toplumu yeni bir dönemle karşı karşıyadır. Dedem o sıralarda artık emeklidir. Diyabet krizleri sık sık onu da vurmaktadır. Mecburen Baf’ın Rum Bölgesi’ne geçer bu dönemlerde. Çünkü doktorları da Baf’ın Rum kesimindedir. Birgün dedemle doktorda bekleşirken Atanasu’nun kızı hakkında da yeni bilgiler öğrenir. İkisi de duydukları haber karşısında irkilirler. Maria, Atina’ya gittikten sonra derdinden ve aşkından verem olur. Bir müddet oradaki sanatoryumlarda tedavi görür. Ama derdine bir çare bulunamaz. Öleceğine yakın Maria, Akama’daki köyüne getirilir. Söylendiğine göre ölürken hep Behçet’i sayıklamış. Maria’yı denize nazır bir bahçeye gömmüşler.

Behçet Erenköy alevinden sağ olarak kurtulur ama evlenmez de… Erenköy’den sonra tekrar İstanbul’a giderek eğitimine devam eder ve doktor olarak yetmişli yıllarda Kıbrıs’a döner. Maria’nın son dramını duymuş mudur? Muhakkak duymuştur. Fakat 1974 öncesinde görevini yapmak ve bir hastasına erişmek üzere çok hızlı araba kullanırken bir kaza geçirir. Arabası yol kenarındaki bir ağaca toslar. Genç yaşta aynen birkaç sene önce ölen Maria gibi o da hayata veda eder. Kaza sırasında onu arabada ölü olarak bulanlar cüzdanından çok güzel bir kız resminin çıktığını söylediler. Kimileri o resmin onun Türkiye’deki sevgililerinden birine ait olduğunu söylediler. Ama ben o resmin kime ait olduğunu biliyordum. Maria’nın resmiydi o… Behçet ölene kadar hep Maria’yı sevmişti. Ölürken de ona doğru uçup gitti. Şimdi çok uzaklarda, hayattayken hiç kavuşamadığı sevgilisiyle birlikte, milliyetçilik, çekememezlikten uzak, dertsiz ve sorunsuz güzel bir hayat yaşıyorlardır.

Maria’yla Behçet’in aşkı, Kıbrıs’ın onulmaz tarihinin de hikayesiydi aslında. Şimdi eğer bir gün Akama Yöresi’nden geçerken, bir zamanlar bu bölgede dillere destan güzelliği olan Maria’yla Behçet’in aşkını anımsayın. Arabanızı şöyle bir durdurun. Bülbül ve kuş sesleri size o aşk hikayesinin şarkısını söyleyeceklerdir. Ciğerlerinize çekeceğiniz o deniz ve bitki kokulu temiz hava da onların kokusudur. Onların aşklarının kokusu… Birbirlerini sevip de kavuşamayanların kokusudur koklayacağınız. Akama’dan geçerken hep onları hatırlayın…


Hepimize örnek olmalılar…

Ne güzel bir tablo ve gençler için rol modellerimiz - tabii ki görmek isteyenler için... Toplumlarımızın ilişkileri işte böyle olmalıdır - dostluk, dayanışma, anlayış ve sevgi... Onlar bir araya gelerek doğanın ve kuşların fotoğraflarını çekiyorlar, yeryüzünün güzellikleri onları birleştiriyor... Spiros Spiru, Ali Özdinç ve Yorgos Konstantinu, bu bölünmüş adada hepimize örnek olmalı...

Spiros Spiru’nun olağanüstü güzellike kuş fotoğrafları var, bunu sürekli yapıyor, her gün sulak yerlerden, kurak yerlerden kuş fotoğrafları paylaşıyor… Yorgos Konstantinu, yıllardır doğanın korunması için uğraş veriyor ve Kıbrıs’taki kuşlar, bitkiler ve hayvanlar için oluşturduğu web sayfasında Kıbrıs’ın canlılarını tanıtıyor, her hafta POLITIS gazetesinde yazılar yazıyor…

Ali Özdinç arkadaşımız da olağanüstü doğa, kuş ve manzara resimleriyle sosyal medyada yeryüzünü daha iyi anlamamıza ve daha çok sevmemize neden oluyor…

Bu üç özel insanın dostluğu, yurdumuzdaki sınırlara, barikatlara, engellere, hurafelere, propagandalara rağmen, hiç eksilmeksizin her daim devam ediyor…

Onlar hepimize örnek olmalı…

 


BASINDAN GÜNCEL…

“Pandora’nın Kutusu…”

 

Ragıp Zarakolu

Doğrusu resmi tarihi deşmek Pandora’nın kutusunu açmak gibi bir şey. Kısaca açıklayacak olursak, içine kötülüklerin doldurulduğu, açılmaması gereken kutu.

Prometheus, ateşi çalıp insanlığa vermiştir. Bilindiği gibi Kafkas dağlarında zincirlenerek ebediyen cezalandırılır. Görevli kartalın her gün ciğerinden bir parça kopartılarak cezalandırılır. Herkül kurtarır onu. Ama ayağındaki zincir hep kalır.

Öte yandan insanlığın da cezalandırılması gerekmektedir. Bu da çamurdan yaratılan kadın Pandora ile sağlanır. Maço mitolojide kadına çokça kötü rol düşer ya! Pandora, içine kötülüklerin doldurulduğu bu kutuyu Prometheus’un kardeşine götürür ve orada kutuyu açar. Ve her türden kötülükler ortalığı kaplar.

İnsanın içinde kötülüğün ve iyiliğin bir arada yer alması doğuştan gelme bir özellik. İnsanı insan yapan kendi yaptığı seçim. Kendi iradesi. Kendi kendinin yargıcı olması.

Herhalde kendi kendinin yargıcı olamayanın, yargı erki ile donatılması kötülüğün geçici de olsa zaferini sağlayan en önemli etkenlerden biri.

Ve ayna en önemli yargıçlardan biri. Yargıçlar da dahil, son yargıdan kaçmak mümkün değil. İnsanlığın son yargısından.

Pandoranın kutusu açıldı, ortalığı kötülüğün her boyutu kapladı. İnsanlık zaman zaman zaaf gösterse, kötülüklere teslim olsa da her zaman onlarla mücadele edecek potansiyeli de içinde taşıdı. Gelecek için umut veren de bu zaten.

Kimliğini yitirenin, kimliğe tepki duymasından, boyun eğenin dik durana tepki duymasından daha doğal ne olabilir? Aslında bu kendine karşı duyduğu tepkinin yansımasından başka ne? “Öz” olduğunu iddia eden, aslında kendi özünden şüphe duyduğunu ifade etmiyor mu bir biçimde?

Karma özelliklere, niteliklere sahip olan bir coğrafyada “öz” olduğunu iddia etmek, bu kimliği tekleştirmeye ve tek bir kimliğe mahkûm etmek, yoksullaşmak ve zavallılaşmaktan başka ne anlama gelebilir.

İstanbullu bir Rum genciydi Neoklis Sarris (Uzun), despotluğa yönelen DP yönetimine karşı yükselen 58 gençliğinin bir parçasıydı.

Sadece 68, 78 gençliği mi var sanıyorsunuz! Ondan önce de 48, 38, 28, hatta 18 gençliği vardı. Türkiye’nin her 10 yılda bir tekrarlanan sarmalının kahramanı hem de kurbanı olan kuşaklar!

48 gençliğinin mücadele ettiği CHP, on yıl sonra DP tiranlığına karşı yükselen 58 gençliğinin umudu olmuştu. Genç Neoklis de onların içindeydi, 28 Nisan özgürlük gösterilerinin bir parçasıydı. Hatta CHP gençlik kolları üyesi olmuştu. İnönü ile resmi bile vardı.

28 Şubat yargısı onu hedef yapacaktı, “Pontos Kültürü” adlı kitaba yazdığı önsözden dolayı, Ömer Asan ve Ayşe Nur Zarakolu DGM’de yargılanacaktı. Ve bu ANZ’nin son mahkemesi olacaktı.

Ne kadar mutluyum, Atina’da onunla tanıştığıma evinde misafiri olduğuma Profesör Sarris’in. Kapım açık demişti 1980 sonrası cuntadan kaçanlara. Türkiye’deki despotluğa karşı öfke ile doluydu. Ama resmi basında bu, Sarris Türkiye’ye kin kustu diye yansıtılıyordu. (Hürriyet dahil resmi basında Sarris ailesinin Türkiye eliti ile yakın bağı olduğu anlaşılıyor. Annesi, Atatürk’ün boşandığı eşi Latife hanım ile arkadaştı ve Falih Rıfkı Atay’ın eşi ile de. (İngiliz edebiyatı profesörü, Murat Belge’nin hocası, Mina Urgan’ın annesi. Halide Edip de Mina’nın hocasıydı, Cahit Irgat’ın eşiydi deyip, sinsileyi tamamlayalım!)

Onlar bir yandan sohbet edip kâğıt oynarken, (Allah bilir ayaklarının arasında bizim küçük Neoklis ile Mina dolanıyorlardı) Latife Hanımla elbette boşandığı eşine ilişkin soruların olması doğal. Latife Hanım bir gün eşine sorar, “Gazi Paşa, bu haydutlarla nasıl her gün içki masasına oturuyorsun?” diye.

O da şöyle der: “Öyle deme Latife, onlara çok şey borçluyum!”

 

(ARTI GERÇEK – Ragıp Zarakolu – 28.12.2019)