Cemal Mert
Kasım 2002’de, AK Parti’nin hükümete gelmesi ile birlikte açık ve seçik olarak bir kavga yaşanmaktadır, Türkiye’de. AK Parti - Ergenokon kavgası...
Bu yazıda, bu kavganın Kuzey Kıbrıs siyasal ve toplumsal yaşamına olan etkisi üzerinde durmaya çalışacağım.
Önce bazı kavramları açıklamaya başlayarak konuya girelim.
Çok sık duyduğumuz bir kavram var: Derin Devlet. Nedir Derin Devlet ile anlatılmak istenen? Kısaca söylememiz gereken şey, devlet olan her yerde en az bir de derin devletin var olduğudur. Derin devlet, meşru - yasal seçilmiş hükümet dışında, kendini devletin esas sahibi olarak gören, sivil – asker – polis vb. bürokratlar ile çeşitli kesimlerden gelen kişilerden oluşan, devlet içinde, ayrı, anayasa/yasa dışı bir örgütlenmeye dayanan, kendini anayasa ve yasalara bağlı görmeyen, devletin yüce menfaatleri için insan öldürmek, mafya ile işbirliği yapmak ve çeteler oluşturmak dâhil gerekli gördüğü her türlü tedbiri alan oluşumlara verilen genel bir adlandırmadır.
Ergenekon nedir? Türkiye’de yaşanan olaylara bakarak anladığımız kadarıyla, Ergenekon, Türkiye derin devletinin bir süre kullandığı, işbirliği yaptığı, -şimdilerde ise tasfiye edilen-, asker – sivil ve elit kişilerden oluşan, ulusalcı, ulus devletçi, sözde anti-emperyalist bir ideolojik duruşu olan, laikçi ve sözde Atatürkçü bir yapılanmadır. Sağdan sola geniş bir kesimi kapsayan ittifak, yukarıda sayılan ilkeler çerçevesine dayanmaktadır.
AK Parti nedir? AK Parti, geleneksel siyasal islâm ideolojisini küresel kapitalizm çerçevesinde yeniden sentezleyen, küresel ekonomik sisteme entegre olan, bunu meşrulaştırmak üzere her türlü dinsel, ulusal ve geleneksel toplumsal değeri kullanmaya yatkın, sosyal pazar ekonomisi diyebileceğimiz bir ekonomik anlayışı dinsel motiflerle süsleyen bir sermaye partisidir.
Görüleceği üzere Türkiye’de kavganın esası, ulusal devletçilerle küreselci sermayecilerin iktidar ve toplumu dizayn etme kavgasıdır. Laiklik ve dincilik üzerindeki tartışma kültürel, üstyapısal ve söylemsel bir olgudur. Bu aşamada küresel sermayecilerin partisi kazanmış durumdadır. Ulusalcılar taktik kazanımlar sağlamış olsalardı bile nihayetinde ulusal devletin tasfiyesi kaçınılmaz olduğundan ötürü geçen yüzyılın egemenleri olan ulusal devletçiler kaybetmeye yazgılıdırlar.[i]
AK Parti, kavgasını aleni olarak Kıbrıs’a da taşımıştır. Kıbrıs’ta 2002’den bu yana bazen açık bazen örtük ama genel olarak ölçülü ve çekingen olarak süren bu kavgasında AK Parti, yerel kitlesel ittifak bulmada ya da oluşturmada istediği başarıyı tam olarak yakalamış değildir. Bu nedenle elinde tuttuğu en başta mali kaynak vanalarını kullanarak, hükümetler üzerinden, toplumsal yapıyı yeniden dizayn etmeye çalışıyor. Bu noktada sol hareketimiz de ister istemez bu kavganın bir şekilde içine girmek durumundadır. Zaten solun yarım asırdan fazladır Türk derin devletiyle olan çatışması süredursun, AK Parti olgusu da yeni bir aktör olarak karşımızda durmaktadır.
Demek ki bu çatışmanın Kuzey Kıbrıs özelinde ana akım olarak başlıca üç cephesi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ulusalcı Ergenekon ve yerel işbirlikçileri, küreselci sermayenin siyasal örgütü AK Parti ve işbirlikçileri ve enternasyonalist/küreselleşmeci sol siyasal hareketimiz.
Ancak, 2009 - 2010 seçim yenilgilerinden bu yana süren aşamada sol hareketimiz, beklenen güçlü bir aktör olarak siyaset sahnesindeki yerini henüz alabilmiş değildir.[ii]
Şimdi Kuzey Kıbrıs siyaset sahnesinde neler olduğuna bir de Ergenekon - AK Parti kavgası üzerinden bakalım.
Derin Devlet ve Ergenekon’un Kıbrıs’taki geleneksel kitlesel işbirlikçisi UBP’dir. Denktaş – Eroğlu kavgasında bile ne Denktaş ne de Eroğlu gözden çıkarılmıştır. Bunların kavgası ve aralarındaki iç iktidar çekişmesi, kendilerini Ergenekon’a muhtaç bıraktığı oranda dış müdahaleye ve kontrola açık duruma geldiler. Bu da Ergenekon’a yaramıştır.
AK Parti olgusunun Türkiye’de iktidara gelmesinin Annan Plânı süreci ile çakışması sonucunda, Denktaş ve UBP, dolayısı ile Ergenekon, 2004 - 2005’lerde, örgütsel olarak değil ama siyasal olarak tertiplenmişti. Ancak 2005’ten sonra, Talât – CTP – AK Parti ittifakı sürdürülemediği[iii] için, Ergenekon ve UBP’ye gün doğmuş ve bu günlere gelinmiştir.
Eroğlu’nun cumhurbaşkanlığına geçmesi ve İrsen Küçük’ün başbakan olması nedeniyle, siyasal tabloda bir değişim başlamıştır. Güçlü bir iç tabanı olmayan İrsen Küçük, iktidar kavgasında ön alabilmek uğruna, mali kaynak musluklarını açtırmak ve güç toplamak umuduyla, AK Parti lideri ile ittifak yaparak, bir anlamda, küresel sermayeci islâmi siyasal akımın güdümüne girmiştir. Eroğlu’nun TC Yardım Heyeti Başkanı Sayın Akça ile giriştiği düello sonrasında, Akça’nın Büyükelçiliğe terfi ettirilmesi ve Eroğlu’nun yalnızlaştırılması süreci gerçekleştirilmiştir. Bu arada, Ergenekon zihniyeti ile geleneksel yakınlığı hâlen süregiden Sayın Eroğlu’nun tüm çabalarına karşın, UBP üzerindeki kontrolunu yavaş yavaş yitirdiğini görüyoruz. Aslında son UBP kurultay süreci, Kıbrıs’ta, Eroğlu – Küçük suretinde yaşanan birçok şeyin yanısıra, esasen AK Parti – Ergenekon çatışmasından başka birşey değildir. AK Parti’nin görülmemiş açık müdahalesine karşın Küçük’ün ‘pirus zaferini’ başarısızlık olarak görebiliriz. Ama unutmamak gerekir ki AK Parti, Eroğlu’nun yanısıra Ergenekon zihniyetini de kendi kalesinde geçmeyi başarmıştır.
Bu sonuç neyi ifade etmektedir?
- AK Parti kesin zafer kazanana kadar bu kavga, Eroğlu – Küçük suretinde devam edecektir;
- Ergenekon zihniyeti kolay teslim olmayacaktır;
- AK Parti, bu kavgada güç kaybetmemek için statükoya bazı tavizler verecek, neoliberal politikaları uygulamakta doz ve zaman ayarlamaları yapacaktır; ama KKTC’yi kendi vesayet ve himayesinde küresel piyasalara açmak projesinden nihai olarak vazgeçmeyecektir;
- Bu kavga UBP’nin yönetebilme kabiliyetini felç etmeye devam edecek, toplumsal sorunlar büyüyecektir;
- Türkiye, kaos ortamında hernekadar etkinlik ve müdahale olanağını güçlendirse de, istikrarsız ve iradesiz bir hükümet her zaman kendisine ayak bağıdır;
- Tüm bunlar nedeniyle, zamanından önce bir genel seçim kaçınılmaz gibi görünmektedir;
- Solun hükümete gelmesi için nesnel koşullar olgunlaşmıştır. Şimdi sol öznenin ve öznel koşulların hazırlanması süreci hız kazanmalıdır.
Sol hareketimiz seçim sürecine hazırlanırken, bu tabloda üçüncü siyasal aktör olduğunu, Kıbrıslı Türklerin çıkarları için AK Parti ve Ergenekon zihniyetine karşı dengeleyici rol oynaması gerektiğini, akılda tutmalıdır. Seçime hazırlanmanın önemli olduğunu unutmadan ama esas problemin seçimi kazandıktan sonra başlayacağını bilerek, program ve kadro olarak çok iyi hazırlanmak zorunda olduğunu akıldan çıkarmamalıdır. 2004 – 2010 süreci deneyiminde dili yanmıştır, yoğurdu üfleyerek yemek zorundadır.
Solun hükümete gelmesi araçtır, amaç değildir. Amaç, hükümeti ve cumhurbaşkanlığını kontrol ederek, 2013 ortasında hız kazanacak Kıbrıs müzakere sürecinde Kıbrıslı Türklerin haklarını korumak ve bu kez statüko ile kararlı bir mücadele için sosyo-ekonomik-politik programını başarı ile uygulamak olmalıdır.
[i] “Burjuvazi, dünya pazarını sömürüsüyle her ülkedeki üretime ve tüketime kozmopolit bir nitelik verdi. Gericileri derin kedere boğarak, sanayinin ayakları altından, üzerinde durmakta olduğu ulusal temeli çekip aldı. Eskiden kurulmuş bütün ulusal sanayiler yıkıldılar hâlâ da her gün yıkılıyorlar.” Komünist Manifesto, K. Marx - F. Engels, Sol Yayınları, Sekizinci Baskı, Ankara, 2009. Sy. 120.
[ii] Bu aşamada solun CTP kanadı, hükümet döneminde yaşadığı sorunların etkisinden henüz tam olarak kurtulamadığı gibi, statüko ile mücadele, ekonomi ve küreselleşme konularında açık ve net bir tutum alamadığı için de bocalamakta ve siyaseten beklenen etkinliği sağlayamamaktadır. TDP popülist bir söylem dışında bir etkinlik göstermiyor. Meclis dışı solun durumu da zaten malum.
[iii] Bu ittifakın sürdürülememesinin birçok nedeni var: Rumların Annan Plânını reddetmesi; Türkiye’nin AB sürecinin yavaşlaması ve AK Parti’nin kararsızlığı, tutuculuğu; Derin Devletin AK Parti’ye karşı şimdi açığa çıkan darbe girişimleri; AK Parti’nin konjonktürel nedenlerle milliyetçiliğe savrulması, CTP ve AK Parti arasındaki ideolojik doku uyuşmazlığı; iki parti liderleri arasında, şimdi İrsen Küçük ile Erdoğan arasında varolduğu E. Bağış tarafından açıklanan “kimya uyuşmasının” sağlanamaması; CTP hükümetinin statüko karşısında yeterince mücadele edememesi; KKTC’de küresel ekonomik entegrasyona karşı ciddi bir toplumsal yapının varolması ve bunun en başta CTP’yi baskı altında tutması, başlıca nedenler olarak sıralanabilir.