“Afanya’da 1950’li yılların başlarında yaz aylarından hatıralar...”

Sevgül Uludağ

Kiriakos Cambazis

1950’li yılların başlarıydı... Henüz EOKA çatışmaları başlamadan öncesiydi...

Uzun yaz geceleri geçmek bilmezdi... Uyuyamazdınız sıcaktan... Mesarya’da yaz aylarında termometreler kırmızıyı gösterirdi, gündüz ve gece aşırı sıcak olurdu... Ve sivrisinekler de saldırırdı, onlarla başetmenin yolu yoktu...

Erkekler köy meydanında, kahvelerin önünde otururdu, kadınlar da birceez komşuda toplanırdı... Ve sokakta otururlardı...

OMORFO KÖRFEZİ’NDEN ESECEK RÜZGAR...

Biz çocuklar ise sokaklarda koştururduk... Ayışığında oynardık, ellerimizle ya da bedenlerimizle duvarlara ya da sokaklara gölge oyunları yapardık... Annelerimiz bizi çağırmazdı eve dönüp yatıp uyumamız için... Kimse uyumazdı... Bunun için Omorfo Körfezi’nden esen serinletici ilk rüzgarın köyümüze ulaşması gerekirdi...

Eskiden pencere içlerine kabak ya da testi oturturlardı, soğuk suyumuz olsun diye... Buzluk yoktu, elektrik yoktu...

O geceler evin içinde uyumazdık... Evin damında yatırdık... Babam döşekleri serer, battaniyaları sererdi, yorganları sererdi, örtünecek çarşaflarımızı hazırlardı... Yaz aylarında böyle uyurduk...

AĞAÇLARIN ALTINDA GARYOLALAR...

Bir keresinde garyolalarımızı evimizin arkasına, ağaçların altına çıkarmış ve orada uyumuştuk. Ve 15 Ağustos’ta annemiz bize “Bu gece uyanık kalın, geceyarısı cennet kapıları açılacak... O zaman bir dilek tutun...” derdi. Fakat elbette hiçbir zaman geceyarısına kadar uyanık kalıp da yerine gelsin diye dilek tutmayı başaramazdık... Uyuyakalırdık...

DEVE ÇANLARINI İŞİTİRDİK...

Temmuz ve Ağustos ayları ayrıca deve çanlarını işittiğimiz aylar olurdu... Lefkoşa’dan Mağusa’ya öte beri taşıyan kervanlar, köyümüzün dışından geçerdi Maciya’dan geçerlerdi – Frenkler ve Venedikliler Mandiya derdi buna... Deve kervanlarını genellikle Filistinliler ya da Kıbrıslıtürkler idare ederdi... Develerin boynunda asılı çanların çıkardığı müzikal sesler, neredeyse bir konser gibi gelirdi bize...  Bir zamanlar, 1890’lı yıllarda tüccarın oğlu olan yakışıklı bir Filistinli genç, Angastina’da uyuyakalmıştı... Uyandığında çok güzel bir kız görmüş, birbirlerine aşık olmuşlar ve böylece bu genç Kıbrıs’ta kalmaya karar vermişti. Bu kız benim büyük büyük nenemdi, soyadı olarak da Bulli soyadını almıştı...

BABAM BİZE BABUTSA AYIKLARDI...

Sabahları daha da yoğun geçerdi: Babam işe gitmeden önce gidip babutsa toplar, bunları yıkar, ayıklar ve hellim ve ekmek keserek uyandığımızda bulmamız için masaya koyardı... Bunlar yediğimiz en tatlı babutsalar olurdu...

Şaban’ın geçerken bize bıraktığı tatlı karpuz ve kavunları hatırlarım... Bunları anneme ve babama verirdi, babam ve annem de ona uzo ya da kahve ikram ederdi, evimizin önündeki havlıda oturup içerlerdi... Ne konuştuklarını anlayamazdım çünkü Türkçe konuşurlardı. Babam çok güzel Türkçe konuşur ama yazamazdı. Şaban bir Kıbrıslıtürk’tü... Olağanüstü bir adamdı ancak barikatlar açıldığında ben onu sağ bulamamıştım, vefat etmişti çünkü... Ancak şanslıydım ki bir diğer olağanüstü ve özgün şahıs olan Fita’yı görmüştüm, bizi 23 Nisan 2003’te köyümüze yıllar sonra gittiğimizde alıp evine götürmüştü... Bir süre sonra da vefat etmişti... İki oğlunu sünnet ettiği zaman, hem Hristiyan, hem Müslüman köylülerinin hepsini de, bütün Afanyalıları sünnet törenine davet etmişti...


***  GEÇMİŞLE YÜZLEŞME KONUSUNDA DÜNYADA NELER YAPILIYOR?

“Kötülüğü affedebilmek: Eva Mozes Kor'un mektubu...”

Özlem Karakuş/AVLAREMOZ

David Benatar, Keşke Hiç Olmasaydık: Var Olmanın Kötülüğü kitabının önsözüne çarpıcı bir cümle ile başlar: “Her birimiz dünyaya getirilmiş olmakla zarar gördük.” “Fakat,” der Benatar “dünyaya gelerek insan, dünyaya gelmediği takdirde çekmeyeceği ciddi ızdıraplara maruz kalır.”  

Eva Mozes Kor, annesi, babası ve ikiz kardeşi Miriam ile Romanya’nın bir köyündeki evinin bahçesinde meyve ağaçları arasında koşarken dünyaya getirilmiş olmasından göreceği zararı henüz bilmiyordu. O, ızdırap ve kötülüğün ne anlama geldiğini sadece annesinin ona anlattığı masallardaki kötü kalpli kahramanlardan biliyordu. Eva ve ikizi Miriam okula giderlerken annesinin ikisi için diktiği aynı renk pötikare kıyafetleri içinde öylece mutlulardı. 1940 yılının sonbaharında bir gün okuldan çıkmış eve yaklaşırlarken, Nazi ordusunun da işgal için Romanya’ya yaklaştığından habersizlerdi. Eva ve Miriam’ın ailesi ile aynı köyde yaşayan amcaları, önceki yıl henüz iş işten geçmemişken, Yahudileri toplama kamplarına götürdükleriyle ilgili söylemler kulağına çalınınca ailesini alıp Filistin’e göçmüştü. Oraya taşınmadan önce Eva’nın babasına kendileriyle beraber gitmeleri için ısrar etmiş fakat Eva’nın annesi buna şiddetle karşı çıkmıştı. Anneleri hem kendi yaşlı anne ve babasının bakımı üstlenmiş hem de amcadan duyduklarının bir söylentiden ibaret olduğunu düşünüyordu. Tabi bir de bahçesi meyve ağaçlarıyla dolu evlerini arkada bırakmak istememişti. Dolaysıyla anneleri Romanya’daki köyden taşınmak istemediğini emin bir biçimde kocasına söyledi. Bir de üstüne “merak etme, Tanrı’nın bile unuttuğu bu küçük köye Naziler gelemez” diye teskin etmeye çalıştı.

Nitekim kendilerini Auschwitz’e doğru giden rampada Nazi subayları ve doktorları önündeki uzayıp giden sırada bulduklarında iş işten geçmişti. Eva’nın annesi şaşkınlıktan donmuş şekilde adım atarken annelerinin eteğine sarılan Eva ve Miriam korkudan ağlıyorlardı. Ağlama seslerini duyan Nazi subayının Eva ve Miriam’ın ikiz olduklarını fark etmesiyle gözleri parladı. Birini sağ diğerini sol koltuğunun altına atıp yürümeye başladığında elleriyle hala annelerine uzanmaya çalışan Eva ve Miriam, gözlerinde acı ve pişmanlığın hareleri uçuşan bu kadını son kez gördüler.

Mengele ikizlerinin tutulduğu, kendileri gibi bir kaç çift ikiz çocukların bulunduğu bölüme götürüldüklerinde Eva ve kardeşi açlık ve yorgunluktan bitik haldelerdi. Nedense kardeşinin kendisinden daha naif ve dayanıksızmış gibi olduğunu hissettiğinden Eva, orada bulabildiği ve üzerinde yatabileceği kötünün iyisi yatağı Miriam’a verdi. Gece tuvalete kalkmak için soğuk ve fareli koridordan korkudan titreyerek geçerken Eva gözlerini kapatıp şu sözleri defalarca tekrar etti: “Buradan kurtulacağım! Söz veriyorum buradan ben ve Miriam sağ çıkacağız.” 

Ertesi sabah doktor Joseph Mengele, nam-ı diğer “ölüm meleği” ve ekibi ikiz çocukların koğuşunu ziyaret ettiklerinde Mengele, koğuşa yeni gelen bu ikiz kızlar, yani Eva ve Miriam üzerinde “tıbbi” (!) deneylerini bir an önce yapmak için can atıyordu. Sonrasında Eva ve Miriam deney odasına götürüldüklerinde Eva’nın içindeki isyan ateşi cayır cayır yanmaya başladı. Nasıl olur da bu insanlar keyiflerine göre kendisi ve kızkardeşine ne amaçla olduğunu bilmediği bir sürü şırınga enjekte ediyorlardı? Kendilerini nasıl bir deneyde kullanıyorlardı? Eva’nın zor bir çocuk olduğunu gören Mengele daha da şevklendi. Kötülüğünün mutlaka masumiyet üzerinde galip gelmesi gerekiyordu. Dolayısıyla şimdiye kadar hiç denemediği bir kaç hastalık iğnesini Eva üzerinde denemeye karar verdi. Eva, gözlerini açtığında revir olarak kullandıkları yatakhanedeydi ve vücudu cayır cayır yanıyordu. Hareket edecek durumda olmamasına rağmen Miriam’ı bulmalı ve can parçasını oradan kurtarmalıydı. Öte yandan çocuk gövdesine sığdıramadığı gururu Mengele’ye karşı yenilgiyi kabul etmiyordu. Ateşler içinde susuzluktan yanan gövdesini yerinden nasıl kaldırdığını bile bilmeden hayal meyal yerini hatırladığı bir köşedeki musluğa doğru sürünerek gitti ve musluğa kafasını dayadı. İçine şırıngaladıkları bütün ilacı temizlemek istercesine suyu kana kana içti.

Eva’yı kontrole gelen doktor şaşkınlık içerisinde ona ikizinin yanına dönebileceğini söyledi. Mengele’ye karşı zafer kazandığını hisseden Eva, kardeşinin yanına döndüğünde Miriam’ı oldukça değişmiş buldu. Kardeşi o kadar zayıflamıştı ki Eva onu neredeyse tanıyamadı. Muhtemelen günlük yaptıkları iğneler sonucunda sebebini bilmedikleri bir hastalık ya da yan etki yaşıyordu. Eva elinden geldiğince ikizine bakmaya çalıştı çünkü kendisine söz vermişti: Auschwitz’den ikisi de sağ çıkacaklardı.

27 Ocak 1945’te Sovyet ordusu Auschwitz’e vardığında Eva ve Miriam kendileriyle beraber Nazi doktorlarının deneylerinde kullanılan çoğu ikiz kardeşlerden oluşan 180 çocukla beraber kurtulmayı başardılar. Kamptaki çocuklardan birinin annesi, Bayan Rosalita Csengeri sayesinde Romanya’daki evlerine ulaşmayı başardılar. T.S. Eliot’ın bir şiirinde “ev, başladığın noktadır” dediği gibi, Eva ve Miriam’da ikinci hayatlarına Romanya’daki evlerinin kapısından girdikleri anda başladılar. Onlar gittikten sonra baba evinden eşyaları çalınmış, odaları pislenmiş ve bahçedeki bütün meyve ağaçları bakımsızlıktan kurumuştu. Eva ve Miriam bu evin artık yuvaları olmadığını bilmenin burukluğu içinde yerde buldukları bir aile fotoğrafını yanlarına alarak kendileri gibi Holokost’tan kurtulmuş teyzelerinin Romanya’daki evine sığındılar. Teyzelerinin bakımı ve gözetimi altında okula devam eden Eva ve Miriam 16 yaşına geldiklerinde İsrail’e yerleşmelerine izin veren belge ellerine ulaştığında Hayfa’ya yerleşerek uzun yıllar İsrail ordusunda hizmet verdiler. 1960 yılında Eva, Holokost’tan sağ kurtulmayı başarmış Amerikalı Michael Kor ile İsrail’de tanıştı ve onunla evlenerek Indiana’da yaşamaya başladı. Ancak hem Eva hem de Miriam kendilerine şırıngalanan ilaçların devam eden etkisiyle olgun yaşlarında bir çok hastalıkla boğuşmak zorunda kaldılar. Auschwitz’de Eva revirdeyken, Miriam’a vurdukları şırıngalardan dolayı böbrekleri gelişmemiş ve Miriam bunun sonucunda böbrek yetmezliğinden çile çekiyordu. Eva, canı pahasına koruduğu kardeşini yıllar sonra bir kez daha kurtardı. “Benim bir kardeşim fakat iki böbreğim var” diyerek böbreklerinden birini Miriam’a bağışlayarak onun bir süre daha yaşamasına vesile oldu. Ne yazık ki Eva’nın bütün yaşamı boyunca sakındığı, ailesinden kendisine kalan tek yadigarı Miriam’ı 1993 yılında böbrek kanserinden kaybetti.

Bir ömüre sığmayan hayat hikayesinde, Eva Mozes Kor yaşadıklarını kitaplarla ve katıldığı seminerlerle dünyaya duyurmaya çalıştı. Aynı zamanda Auschwitz’de Nazi doktorlarının deneylerinde kullandıkları çocukları bir araya getirmek için Miriam ile beraber müze ve eğitim merkezi olarak açtıkları Indiana’daki CANDLES ile ilgilendi. Eva’nın hikayesindeki en can alıcı nokta şüphesiz ki  Eva’nın Auschwitz’te kendisine yapılanları, Filistin’e göçmeyi kabul etmeyen annesini ve hatta Mengele’yi affettiğine dair yazdığı mektup olmuştur. Eva, yazdığı mektup ile önyargıların, kin ve nefretin sadece kötülere ait olduğunu, sevginin ve iyiliğin bir erdem olduğunu ve buna sahip olmanın insanı ne kadar özgürleştirdiğini ve rahatlattığını göstermek istemiştir: 

“Umarım bu küçük yolla dünyaya gönderebilirim,

Affetmenin gücünü, barışın gücünü

Umudun gücünü, şifanın gücünü,

Artık savaşlar olmasın, rıza alınmadan yapılan  deneyler olmasın,

Artık gaz odaları, bombalar, nefret, öldürmek ve

Auschwitz’ler olmasın.”

(AVLAREMOZ - Özlem Karakuş – 15.1.2023)