Acıyı suskunluğun gölgesinde saklamak

Tuğba Özer

Hayat; bazen sessizliğin içinden geçer. Konuşmadığımız, dile getirmediğimiz, hatta belki de adını bile  koyamadığımız duygularımız vardır.

İster 20 yaşında olalım, ister 70…  Fark etmez!

Çünkü;  Che Lehmann’ın da söylediği gibi, “Konuşmak yaradılıştan, susmak akıldan gelir.”

Ve insan ömrünün herhangi bir durağında, perde arkasına sakladığımız acılarımız, yarım kalmış hikâyelerimiz vardır.

Bazıları, zihnimizin en karanlık odasında kilitli durur. Kimini unuttuk sanırız, ama bir şarkı, bir koku, bir fotoğraf karesiyle ansızın geri gelir.

Geçmiş dediğimiz şey, yalnızca hatıralardan ibaret değildir. O aynı zamanda yaşanmak istenip de ertelenmiş anların toplamıdır.

Gönlümüzde yer eden bu “yarım kalanlar”, bize aslında ne kadar çok şeyin zamana bırakıldığını hatırlatır.

“Zaman” ise, hiç kimseye söz vermeyen, kendi akışında ilerleyen bir misafir gibidir.

“Evet misafir!”

Biz beklerken o geçer, biz susarken o konuşur.

Yaşam dediğimiz rutin, çoğu zaman farkına varmadan içine düştüğümüz bir girdaptır.

Her gün bir sonrakine bağlanır, “arkası yarın” diye sürüp gider.

Yarınlara ertelenen sevinçler, söylenmemiş sözler, atılmamış adımlar…

Daha niceleri akıp gider ömürden…

Ve  biz, farkında olmadan dünlerden alacaklı, yarınlardan umutlu yaşarız.

Oysa yarınlar, hiçbir zaman bize kesin dönüş yapmaz.

Suskunluk, bazen en güvenli liman gibi görünür. Konuşursak kırılacağız, anlatırsak yaralanacağız diye  düşünürüz.

Ama bilmeyiz ki, sustukça içimizde biriken o yük ağırlaşır.

Sosyologların dediği gibi, birey yalnızca kendi hikâyesini değil, içinde bulunduğu toplumun sessizliklerini de taşır.

Hepimizin omzunda, annemizden, babamızdan, dedemizden miras kalan suskunluklar vardır.

Onlar, kuşaktan kuşağa aktarılan görünmez zincirlerdir.

Aşkın suskunluğu, insanın en derin yaralarından biridir. Söylenememiş bir “gitme”, yarım kalmış bir “kal” cümlesi, içimizde ömür boyu yankılanır.

Aşk acısı, en çok da dile dökülmeyen kelimelerle büyür. Bir bakışın ardında saklanan özlemler, bir vedanın ardından içimizde kalan boşluk…

Bazen bir mesaj atmaya cesaret edemeyiz, bazen gururumuzun arkasına saklanırız. Ve işte o sessizlik, aşkın en ağır yükü olur.

Çünkü aşkın yarası, suskunluğun gölgesinde daha da derinleşir.

Aile içinde yaşanan kırgınlıklar da çoğu zaman sessizlikle örtülür.

Anneyle babaya söylenmeyen sitemler, kardeşler arasında gizlenen kıskançlıklar  ya da kırgınlıklar vs…

Aile, en çok güvenmemiz gereken yerken, bazen en çok sustuğumuz, en çok içine attığımız alan olur.

Ve bu suskunluk, yıllar içinde birikir, kuşaklar boyu aktarılır.

Bir evin içinde aynı sofraya oturup da birbirine yabancılaşan nice aile vardır.

Ve  o yabancılaşma, söylenmeyen sözlerle büyür.

Hayatın en ağır sessizliği ise, ölümlerdir!

Kabul edemediğimiz, itiraz ettiğimiz, “neden” diye sorguladığımız o vedalar…

Bir gün ansızın koparılırız sevdiklerimizden, geride yarım kalmış cümleler, söylenmemiş sevgiler kalır.

Ölüm, insanın kalbine kazınan en derin suskunluktur.

Çünkü mezar taşlarının dili yoktur; söylemek isteyip de söyleyemediklerimizi yalnızca içimiz bilir.

Bir fotoğrafa bakarken gözlerimizin dolmasının, bir şarkıda içimizin sızlamasının nedeni  aslında, bitmemiş bir vedanın ağırlığıdır.

Acılar sadece bireysel değildir; toplumsal suskunluklarımız da vardır.

Bir toplum olarak yaşadığımız kırgınlıkları, adaletsizlikleri, haksızlıkları çoğu zaman konuşamayız.

Kalabalıklar içinde yalnız kalırız.

Sosyoloji buna “görünmezlik” der; çünkü kimse sesimizi duymaz, biz de bir noktadan sonra susmayı seçeriz.

Ve  bu suskunluk, bireysel yaralarla birleşerek daha büyük bir  boşluğa dönüşür.

Toplumsal hafızamızda sakladığımız bu sessizlikler, nesiller boyunca devam eden bir ağırlık yaratır.

Fransız düşünür Albert Camus; “İnsan, yaşamak için bir neden bulduğunda her türlü nasıla katlanabilir” der.

Aslında bu söz, hayata tutunmamızın en sade özeti gibidir.

Biz, acılarımızın ve suskunluklarımızın içinde de bir neden ararız.

O neden bazen sevdiklerimiz olur, bazen yarım kalmış bir hayal, bazen de yalnızca bir gülümseme…

O yüzden kendimize  şu soruyu sormalıyız; bugün hangi duygumu yarına bırakıyorum? Ve  o yarın gerçekten gelecek mi?

Belki de ertelediğimiz her şeyin zamanı çoktan geldi.

Belki de konuşmamız, paylaşmamız, adım atmamız gerek.

Çünkü hayat, bize beklemeyi değil, yaşamayı teklif eder.

Bu satırlar, hafta sonu kahvenize eşlik eden bir dost sesi gibi olsun.

Suskunluklarımızın arasında, umutlarımızı da büyütelim.

Sessizliklerimizin gölgesinde sakladığımız acılarla değil, içimizi aydınlatan küçük sevinçlerle buluşalım.

Yarım kalan hikâyelerimizi bir gün tamamlamak dileğiyle…

Satırların yarenliğinde yeniden görüşmek üzere.

Tuğba Özer