“Abohor usulü odun ateşinde pişmiş golifa…” 1

Sevgül Uludağ

MESARYA’DAN HATIRALAR…

***  Bir çocuğun savaş güncesi…

 

Dr. Derviş ÖZER

Sevgili günlük diye başlamayacağım. O gün günlükle konuşmadım. Zaten ne kalem vardı,  ne kâğıt,  ne de defter. Daha sonra aklıma gelenleri oturup arkadaşlarla, annemle, yaşlılarla konuştum ve gün be gün yazmaya çalıştım. Bazı günlerin ve olayların zamanı yanlış olabilir. Bazı olaylar da abartılmış olabilir. Ama bütün bu yazdığım olaylar sonradan orada olan kişilere sorularak doğrulanmıştır…

20 Temmuz

Cumartesi günüydü. Radyodan Denktaş’ın sesini dinleyerek uçakların geçişini seyrettik. Ve bahçede her zamanki gibi savaş oyunları oynadık. Nenem bir şeyler toplayıp bohçalara sardı.  Ve annem fırından yeni çıkardığı ekmekleri bir çantanın içine doldurabildiği kadar doldurup kapının girişine koydu. Güldük çünkü o kadar ekmeği kim yiyecekti.
Çok geçmeden savaş başladı ama ne başlama, sanki gök yarılıyordu. Ve bitmek bilmeyen bir halde devam ediyordu.
Silah sesleri devam ederken amcam koşarak eve geldi. Amcam dediysem benden dört yaş büyük.  Ben onbir,  o onbeş yaşında, askerlere su taşıyordu. Eve hışımla girdi, “Rumlar İki Zeytinin yanına geldi köy boşaldı siz ne durursunuz daha!” dedi
Annem, ben, kardeşlerim evden çıktık ve derelerin içine doğru koştuk. Yolda gördüğümüz yaşlı bir komşumuz bizim derelere doğru koştuğumuzu görünce önümüzü kesti ve “Bok yeyip yatmayın, oturun oturduğunuz yerde, yağmur gibi kurşun yağar, nere  gideceksiniz?” dedi. Biz onun bu lafı üzerine biraz yavaşladık ama eve dönmeye niyetimiz yoktu.
Annemin ve nenemin hazırladığı ekmekler ve kıyafetleri almıştık ama evdeki parayı unutmuştuk. Annem ve ben eve geri döndük,  parayı aldık ve derelere doğru koşmaya başladık ama ne kardeşlerim ne de nenem vardı. Annemin elinde ekmek çantası ve her nereden eline geçmişse bir de magarına tenceresi vardı.
Bugün bile anneme soruyorum, o tencereyi niye aldın, ne zaman aldın diye, kendisi de hatırlamıyor.
Benim elimde koskoca magarına tenceresi, annemin elinde ekmek çantası derelerin içinden Yeniceköy’e kadar gittik. Yeniceköy’e giremedik. Köyü Rumlar almıştı ve bize doğru koşan siviller vardı. Onlarla karşılaştık. Rumlar bizi uzaktan görüyorlardı ve bize “ela boğa ela boğa” diye bağırıyorlardı.  Yeniceköy ovasında, gece olunca bir zeytin ağacının üstüne çıkıp uyuduk.

21 Temmuz

Sabah olunca, ne silah sesi vardı ne de insan. Zeytin ağacının üstünden indik ve yaklaşık sekiz kişi Kalavaç’a doğru yola çıktık ama Kalavaç’tan gelenlerle Büyük Belen Tepesi’nde karşılaştık. Orası da düşmüştü ve bizim gidecek tek yerimiz dağlar kalmıştı. Dağlara doğru yürürdük ve köyden bazı kişileri de görünce Zeytinli Boğaz’da kalmaya karar verdik.  Ha bu arada elimdeki magarına tenceresini hiçbir yere bırakmadım.
Zeytinli Boğaz’da on altı kişi olmuştuk ve Yeniceköy’e giden su borusunu delip az biraz su edindik. Ama bu su borusunu delme işi sessizce ve az olmuştu. Çünkü Yeniceköy’e su gitmezse Rumlar boruyu takip edip bizi bulabilirlerdi. Bu yüzden sadece bir çocuk sidiği kadar akmasını sağladık. Bu su bize yeterdi.
Ama yiyecek yoktu. Ha bu arada bizim köye göçmen düşen bir adam vardı. O, daha önce bu olayları yaşadığı için, savaş daha başlamadan koyunlarını dağa kaçırmıştı ve koyunlarıyla birlikte bize katıldı. En azından aç kalmayız diye düşünmüştük.
İlk gün elimizdeki ekmeği paylaştık. Ve bitti.  Yaşlılar aşağıda buğday demetleri olduğunu söylediler ve gizlene gizlene onları getirip başakları ufaladılar. Çıkan buğdayı magarına tenceresine koyup pişirdiler. Bu açlığın üzerine iyi gitmişti ama tuz yoktu. Tuzsuz hiç de iyi değildi ama yedik.

 

DEVAM EDECEK