46 yıl öncesinin gerçeklikleri…

Tayfun Çağra

46 yıl oldu.

1974 Harekâtı’nın ardından bir bir geçen yıllar 46 yıla ulaştı.

Kıbrıs sorunu bağlamında neler oldu, neler yaşandı bu yıllarda!..

Değişen ne oldu, değişmeyen ne var, daha ne olacak veya ne olmayacak!

Tabii ki bu satırlar bu soruların yanıtını vermek için yetersiz kalır, 46 yılı kapsayan geriye dönük bir çalışma, geniş bir araştırma gerektirir.

Arşivlere dönüp bakmak, sorunları, yakınlaşmaları, izlenen politikaları, tarafların samimiyetlerini veya tersini, garantörlerle birlikte niyetleri baştan bir incelemek gerek.

Hatta 58’lere kadar giderek sorunun nereden ve neden başlatıldığını 74’e kadar gelerek bakmak, ondan sonrasını başka bir perspektifte incelemek, bundan sonra olması gerekeni niyetlere göre terazinin kefelerine koyup tartmak ve geleceği planlamak gerekliliği var aslında.

Bundan sonra ne olur, olacak veya olmayacak şeyin sonuçları ne getirir, Kıbrıslı Türkler ve genelde Kıbrıslıları nasıl bir gelecek bekler… Bunların çalışma gruplarında tartışılması, sonuçlar elde edilmesi, bu sonuçlara göre Kıbrıslılar olarak hesaplar yapmak, bu hesapların kefelerdeki ağırlığına bakarak, birbirine yaklaştırmaya çalışarak bir sonuca varılmasının zamanı çok çok önceden geldi, geçti ve boş geçen süreç devam ediyor…

***

Geçmişe de gidip bakmak, geleceği, yapılan hesapları da göz önüne alarak planlamak gerekliliğini söylerken AP Milletvekili Niyazi Kızılyürek’in dün gazetemizdeki yazısına da bakmak önemli… Ne diyor Kızılyürek?

“Türkiye adaya asker çıkarırken önceden hazırlanan planlar çerçevesinde adayı ikiye bölmeyi hedefliyordu. Coğrafi bölünmeyi, Kıbrıs Rum nüfusunun zorla yerinden edilmesiyle demografik bölünme izleyecekti. Nitekim adaya ‘barış’ getirmek istediğini söyleyen Bülent Ecevit 20 Temmuz sabahı TBMM’nin gizli oturumunda nasıl bir Kıbrıs tahayyül ettiğini şu sözlerle özetliyordu: ‘Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir...’”

Dönemin TC Başbakanı Bülent Ecevit’in her yıl tekrar tekrar dinlediğimiz 20 Temmuz konuşmasında söylediği gibi “Türkiye, bozulan Anayasal düzeni yeniden kurmak için, Ada’ya barış getirmek için gidiyor” sözlerinin ardında aslında başka yaklaşımlar olduğunu gösteriyor bu bilgiler…

Oysa ki Türkiye’nin Ada’da bulunmasıyla ilgili şimdiye kadar açılan tartışmalarda Türkiye’nin Ada’ya müdahalesinin yerinde olduğu ama halâ Ada’daki askeri varlığının doğru olmadığı görüşü ortaya çıkan sonuçlardan biriydi.

Şimdi Kızılyürek’in bu yazısından yola çıkarak ortaya çıkan sonuçlardan olan bu yargının da çok doğru olmadığı görülüyor çünkü bu bilgiler arşivlerden çıkan, o dönemin konuşmalarını, niyetlerini kapsıyor.

Peki, Türkiye gelmemeli miydi?

Öyle bir sonuç yine çıkmaz ancak geliş nedenleri arasında insani nedenlerin ötesinde başka yaklaşımların da olduğunu anlamak için ortada bir done olmuş oldu.

***

Evet, o günlere yani 20 Temmuz sabahına yine gittiğimizde ve 5 gün öncesini 15 Temmuz’u hatırladığımızda birilerinin müdahalesinin gerekliliğinin kaçınılmaz olduğu bir kez daha teyit edilmiş olur ancak “Kıbrıs için behemehal bir yeni devlet statüsü oluşturulması gerekir, daha doğrusu bir devlet statüsünün yeniden oluşturulması gerekiyor. Bu eski statünün bir benzeri olabilir, çok değişik bir statü olabilir...” sözleri de bu teyit edilmişliğin yanında sürekli hatırlanması gereken bir gerçeklik olarak yerini alır.

    


 

Temmuz arşivi

 

Parmağınızın bir yeri kesilse kan akar, biraz derin kesilse dikiş ister… O kesiğin verdiği sızı uzun süre devam eder, dikmek istersiniz ip çürük çıkar, dikiş patlar, sürekli birileri yaranızı kazır, kanamaya devam eder…

O noktadaki sızı, sızının verdiği gerginlik sürer de sürer.

Vücudunuzdaki hücreler sürekli o yaranın, o kesiğin onarılması için çabalarlar ama o kesiğin kabuk bağlaması ve iyileşmesi için birileri de sürekli baskı yapar, kesiğin tekrar açılmasını sağlar.

Yıllardır süre gelen bir yaradır bu…

Temmuz 2019

*

Her iki taraftan da… Sadece bir taraf çekmedi bu eziyeti, bu üzüntüyü, bu trajediyi… Benim fazlaydı, senin azdı, ben çok çektim, sen az çektin, ben çoktum, sen azdın kısır döngüsünü bırakıp, ölü toprağın altından gövdemizi çıkararak, henüz bulabildiğimiz ve birlikte tutunduğumuz çam ağacının gövdesinde (zizirolar gibi) kabuk yırtmak, kanatlarımızı güneşe doğru çırpmak durumundayız.

Temmuz 2018

*

Bir tarafta lağım suları, diğer tarafta işçi ölümleri, başka isimler altında devam eden kuran kursları, kaçak katlar, deniz-dere işgalleri, dikkate alınmayan yasalar, eşe dosta dağıtılan arsalar, araziler… İşçi kazaları… Artık bunlara kaza mı demek lazım, ihmalkârlık mı, yoksa bile bile, göre göre ölümlere davetiye çıkarmak mı? Sonuçta çalışanlar ölüyor… Ama o insanların çeşitli nedenlerle öldükleri yerler (genellikle inşaatlar) çalışmaya devam ediyor… Hem de aynı koşullarda…

Temmuz 2017