“42 yıl sonra buluştular: Dohnili erkekler, Vunolu kadınlar…”

Sevgül Uludağ

 

Gazeteci-yazar Hasan Kahvecioğlu yazdı

 

Dohni’den alınarak “kayıp” edilen, Pareklişa’ya götürülerek burada öldürülen ve bir toplu mezara gömülen 33 “kayıp” Kıbrıslıtürk arasında, gazeteci-yazar Hasan Kahvecioğlu’nun teyzesi Cemaliye Şöförel’in oğlu Hamit Cuma ve eşi Cuma Hamit de vardı…

Geçtiğimiz Pazartesi günü Hasan Kahvecioğlu’yla birlikte gittik Vuno’daki (Taşkent) cenaze törenine…

Hasan Kahvecioğlu, teyzesinin ve evlatçıklarının acısını yürekten yaşamıştı, onun sayesinde tanışmıştım Cemaliye teyzesiyle ve “İncisini Kaybeden İstiridyeler”e, Cemaliye Şöförel’in öyküsünü de koymuştum…
Cemaliye Teyze’nin cenaze törenindeki perişan halini, çığlıklarını, “Beni da goyun o mezara” diye oğlunun mezarının üstüne kendini atmasını görmek, beni ve orada bulunan herkesi sarsmıştı…

Hasan Kahvecioğlu hem ağlıyordu, hem birkaç kürek toprak atıyordu bu yan yana duran iki mezara…

Benim kanım donmuştu, içim titriyordu – Cemaliye Teyze, yıllarca oğlunu ve eşini beklemişti, bir umut, belki hayattadırlar diye… Şimdi bu yüzleşme anında çığlık çığlığaydı… “Beni da goyun oğlumun mezarına” diye bağırıyordu, ağlıyordu, ayakta duramıyordu, kendini oğlunun mezarının üstüne atıyordu…

Kesinlikle toprak atmadı o mezarlara, eli küreğe gitmedi, kabullenmek istemiyordu hala…

33 “kayıp” defnedilirken herkes ağlıyordu, hepimiz ağlıyorduk… Herkes çok derinden sarsılmıştı bu cenaze töreninde…

Ardından Hasan Kahvecioğlu arkadaşımızdan bu cenaze töreniyle ilgili hissettiklerini kaleme almasını istedim “Kıbrıs: Anlatılmamış Öyküler” sayfalarımız için… Ve o da bizi kırmadı ve yazısını dün akşam bana gönderdi…

Hasan Kahvecioğlu’na bu yazısı için sonsuz teşekkürler…

Ailelerin acısını paylaşıyoruz ve defnedilmiş olan tüm “kayıplarımız”a, “Nurlar içinde yatın” diyoruz…

Hasan Kahvecioğlu’nun yazısı “42 yıl sonra buluştular:Dohnili erkekler, Vunolu kadınlar…” başlığını taşıyor… Hasan Kahvecioğlu şöyle yazıyor:

“Hepimiz oradaydık…
Teyzeler, halalar, dayılar, yeğenler, kız kardeşler…
42 yıl önce Dohni’de katledilen teyzemin kocası ile oğluna, diğer 31 şehitle birlikte “köyünüze hoş geldiniz” demeye gitmiştik…
Teyzem, tam 42 yıldır bu anı, bu günü, bu “dokunma”yı, bu “ulaşma”yı bekliyordu…
Çocuklarını büyütmüş, torun sahibi olmuş, ama kocası ile oğlu hâlâ ortalıkta yoktu…
Cuma eniştem ile oğlu Hamit; tam 42 yıl sonra diğer köylüleri ile birlikte Vuno’ya (Taşkent) geldiler…
Köyün hemen girişinde, yüksekçe bir tepede çiçeklerle bezenmiş yeni mekanlarına “topluca” yerleştirildiler…
Kocaman, cüsseli Cuma eniştem ile upuzun dal gibi bir oğlan olan oğlu Hamit; nasıl da o küçücük sandukaya sığabildi?

Teyzem; mezarlarının üzerine çökerek tam 42 yılın hasretini giderirken, çığlıkları Beşparmaklar’a vurup yankılanıyordu…

Mezarın başında abisinin fotoğrafını kucağında tutan Gonca’ya baktım… 1974’te 9 yaşındaydı… Babası, Dohni’de sımsıkı tuttuğu elini bırakmış ve EOKA’cıların topladığı “esir”lere katılmıştı… Arkasından bakarken, tam 42 yıl sonra geri döneceğini elbette tahmin edememişti…

Öteki mezarın başında Reşat vardı… 1974’te 6 yaşındaydı… Babasının, elinde sarı küçük tesbihi ile gittiği anı hiç unutmamıştı…

“Kayıp Şahıslar Komitesi”nin laboratuvarında babasının kemiklerine kavuştuğunda ve şahsi eşyalarını teslim aldığında “sarı tesbih”i anımsadı ve sordu…

O küçücük tesbih de oradaydı…

EOKA’cılar tarafından köyün Rum ilkokuluna hapsedildiklerinde babasına yemek götürmüştü… Çatallar, tencereler de oradaydı… 

Reşat, kardeşi ile babasının bir katliama kurban gittiğini daha anlamadan kuzeye geldiğinde, Beşparmak’larda hâlâ savaşın dumanları tütüyordu… Öksüz kalmak sanki yeterli değildi, acılarına yeni acılar eklendi… Bir gün yerde bir bomba buldu, avucunda patlayınca parmaklarını yitirdi…
Teyzemin üç oğlu, bir kızı Kıbrıs’ın kuzeyinde kendi yağları ile kendi ciğerlerini kavurdular…
Hiçbirisi “devlet”in kapısından içeriye alınmadı…

Reşat, elektrik teknisyeni oldu… Yılmaz ağır vasıta şoförü… Hasan ise Kıbrıs’ın en usta sandalye üreticisi…
Derelerden topladığı “saz”larla Kıbrıs’ın bilindik hasır “iskemle”sini üretiyor yıllardan beridir…
Ailenin her bireyi, feleğin çemberinden geçerken, teyzem gerçek bir aile lideri oldu…

Kocası olmadan, birçok Kıbrıslı Türk kadını gibi, kendi köylüsü yiğit, dirençli diğer kadınlar gibi; var olmayı, kimseye muhtaç olmadan yaşama sarılmayı, çocuklarına kol kanat germeyi başardı…
Babasının mezarının başında, Reşat’a kaydı bir ara gözlerim…

2004 öncesinde işsizdi… Bir “kayıp çocuğu” olarak hiçbir ayrıcalığı tatmadı… Çalışmak için Rum tarafına gitmek zorunda kaldı…

O günlerde daha kapılar açılmamıştı… Askerden alınan özel izinle, Rum kesimine geçerek çalışan yüzlerce Kıbrıslı genç vardı…

Asker, üç günlük, beş günlük, en çok da on iki günlük izin veriyordu…

Yüzlerce işsiz gencimiz, “Sivil İşler” binası önünde izin almak için saatlerce beklerdi…

Reşat, sabahın üçünde kalkar, kuyruğa girerdi… Asker 3-4 günlük izin kağıdını ancak ertesi gün öğle saatlerinde imzalayarak verirdi… Her beş günde bir gün izin kuyruğunda geçerdi…
Bu “eziyet” kapılar açılana kadar devam etti.

Babası ve abisi “kayıp” olan Reşat, bu Türk eziyetinden sonra, bir de Rum eziyetini tattı…
Larnaka’da kimlik kartı almaya gittiğinde evrakları kayboldu ve “Dohnili Kıbrıslı Türk” olduğunu ispat edemedi…

İlgili daire, “Git, Dohni muhtarından kağıt getir” diye diretince, babasını öldüren köylülerine başvurmak zorunda kaldı…

Rum ustası ile birlikte Dohni’ye gittiğinde, emekli bir Rum savcı olan köy muhtarı, bütün sorgulamaları geçen Reşat’a gene de bir belge vermeyi reddetti…

O gün Rum Köy İhtiyar Heyeti üyelerinden birinin Reşat’a “Yürüyüşün aynen babana benziyor” demesi; bir başkasının, köylü EOKA’cıların kendi köylülerini öldürmesini ağlayarak kınaması Reşat’ı çok etkilemişti…
Ama ona bir “Kıbrıs Cumhuriyeti” kimliği vermediler…

O günlerde Politis gazetesinde yazılar yazıyordum… Bu konuyu tüm detayları ile gazetede sert biçimde eleştirdim…

Ertesi gün Reşat’ı ilgili daireden aradılar… “Gel kimlik kartını al…” dediler… Larnaka’ya gittiğinde dosyasını açtıkları zaman yazdığım makale içindeydi ve bazı yerlerinin altı kırmızı kalemle çizilmişti…

Reşat’ın o günlerdeki Rum ustası solcuydu… Dohni’de Rum Muhtar’a, Reşat’ın önünde “Faşist köpek” diye bağırmıştı…

Reşat’ın ve belki birçok “kayıp” yakınının benzeri öyküleri vardır mutlaka… Ama ben, sıcağı sıcağına bunları bire bir yaşadım… Onların acılarını yüreğimde taptaze duyumsadım…

Şimdi; “Taşkent Şehitliği” olarak düzenlenen bu tepenin üzerinde 80’e yakın erkek yatıyor…

Bu insanların çocukları, eşleri, torunları da az ileride köyde yaşıyor…

Köyün kadınları Vuno’nun evlerinde, erkekleri ise yanıbaşlarındaki tepenin üzerinde… Bu “birliktelik” dünyanın en acı veren “birlikteliği” olsa gerek…

İnsan, en çok da bu Taşkentli kadınların; direnişine, ayakta duruşuna, bugünler için hazırlıklı olmasına ve sonunda kocalarını, oğullarını, kardeşlerini yanlarına almayı başarmalarına hayranlık duyuyor…

Taşkent’in “kayıp” erkekleri eminim ki 42 yıl sonra, bulundukları bu yüksek tepeden Vuno’ya bakıp kadınlarının dirayetine hayran kalmaktadırlar…

Bu “kavuşma”nın en anlamlı yanlarından biri bu olsa gerek…”

 

(Hasan KAHVECİOĞLU – 17.8.2016)