2- ÖFKE

Onur Olguner

(önceki haftadan devam)

Uzaktan bir metalin darbe ile titreme sesi çınlıyordu Ali’nin kulağında. Tekrar tekrar devam eden bir darbe. Duraksamıyordu. İlk önce uykusunun bir parçası olduğunu düşündü. Henüz uyandığının farkında değildi. Zaten uyanmıştı ama uykuyu geride bırakamamıştı daha. Sonra karanlık odada gözleri açıldı. Öyle ya, yatmadan önce tedirginlikle tüm panjurları sıkı sıkı kapatmıştı. Yatak odası zifiri karanlıktı.

Pili bitmek üzere olan cep telefonundan saate baktı. Öğlen 1 olmuştu saat. Odadaki karanlığın, haftanın yorgunluğunun ve gecenin tedirginliğinin etkisiyle uykudan kalkamamıştı Ali.

Sersemlemiş bir şekilde yatağından kalktı, ayakkabıları yatağının yanındaydı, gece kıyafetleriyle uyuyakalmıştı zaten. Ayakkabılarını giydi ve olabildiğince sessizce koridordan salona doğru ilerledi. Salonun büyük penceresinin panjuruna yaklaştı ve hafifçe aralayarak sesin geldiği ön otoparka doğru göz attı.

Kapının önünde üst kat komşusu olan Çağdaş abisi vardı. Anlam veremediği bir şekilde Ali’nin arabasına yumruklar ve tekmeler atıyordu. Eğer normal bir zamanda olsa herhalde “napan be abi ama” diye celallenir ve muhtemelen Çağdaş abisiyle kavgaya tutuşurdu. Zaten daha geçtiğimiz ay park yeri konusundan dolayı bağrış çağrış tartışmışlardı.

Biraz daha dikkatli baktığında Çağdaş abisinin arabanın camına ve kapısına vuran ellerinden kan geldiğini gördü. Dehşet içinde fark etti ki üç parmağı eksikti. Dahası üst komşusunun gözlerine baktığında tam anlamıyla nefret görmüştü. O gün kavga ettikleri bakışlarına benziyordu ama sanki o nefret dışında hiçbir çağdaş düşünce barındırmıyor gibiydi. Kendinden geçmiş ve kendine zarar vererek tüm gücüyle arabaya vuruyor ve bir hayvanın hırıldamasına benzer bir şekilde anlaşılması güç olan kelimeler tekrarlıyordu. Ali bu kelimelerin arasında sadece “arabanı” kelimesin seçebildi.

Tam o anda yolun içindeki kalabalık Ali’nin dikkatini çekti. 3 kişi adeta bir çakal sürüsü gibi bir şeyin başına üşüşmüş tekme atıyor, vuruyor ve parçalamaya çalışıyordu. Dikkatle bakınca Ali istemsizce bir çığlık attı. Vurdukları, tekme attıkları ve yumrukladıkları şey aslında ölü bir insan cesediydi. Canın bedeni çoktan terk ettiği bu bedene nefretle tekme ve yumruk atmaya devam ediyorlardı. Öfkeden ağızlarından köpük gelmiş, adeta bir çakal sürüsüne benzemişlerdi. Aradaki tek fark ise avını yiyerek açlıklarını doyurmak yerine, öfkelerini bu linç girişimiyle doyurmaya çalışıyorlardı. O kadar kendilerinden geçmişlerdi ki öldürmek yetmemişti. Linç ölümden sonra daha da artarak devam ediyor ve öfkeyi besliyordu.

Ali’nin çığlığıyla birlikte Çağdaş pencereye doğru döndü. Ve anlamsızca bir çığlık daha attı. Çok daha gür bir çığlıktı bu. Çığlığı daha kesilmeden üst komşu pencereye ulaşmış ve panjura vurmaya başlamıştı. Dahası arkada cesedi döven kişiler de Ali’nin evine doğru yönelmiş ve Çağdaş’a katılmak için yaklaşmaya başlamışlardı. Ali kendine yaklaşan bu dört kişinin gözlerinin içerisine baktığında öfke dışında hiçbir yaşam belirtisi göremedi. Zekâ pırıltısı yoktu, sadece kapıldıkları bir öfkenin paylaşımıyla kendini kaybetmiş şekilde saldırmaya hazırlanıyorlardı.

Gerilemeye başladığında ilk önce arkasındaki sehpaya takıldı, tökezledi ve düştü. Hala olanlara inanamıyordu ve yere düştüğünde kendini denize sırt üstü bırakmış bir yüzücü gibi hissetti. Sanki yerdeki parke yanlardan kırılacak ve kendini denizin köpükleri gibi iki koldan saracaktı. Pek farkında değildi ama tökezlerken de düştükten sonra da tekrar tekrar “ölüyü dövüyorlar” diye sayıklıyordu. Şoktaydı, şoktaydı ama ilk panjurun kırılmasıyla kendine geldi. Hayatta kalma içgüdüsü devreye girdi. Ani bir şekilde yerden kalktı. Çılgınlar gibi önce koridora, ardından da yatak odasına koştu. Hala “ölüyü dövüyorlar” diye mırıldanarak tekrarlıyordu.

Yatak odasının penceresini açtı ve dışarıda ne olduğunu kontrol etmek aklına gelmeden kendini dışarıya attı. Çok şanslıydı ki yaşadığı sosyal konut apartmanlarının arkası yıllardır tarla halindeydi ve genelde birkaç müstakil ev dışında boştu. Tarlalardan gizlice ilerlemeye başladı. Eğilerek yürüyor ve yollardan uzak durmaya çalışıyordu.

Evlerin arkasında Domuzcular Burnu Bölüğü vardı. Askeri bölükte mutlaka durum kontrol altına alınmış olmalı diye düşündü. Dikkatlice yürüyerek tellere doğru ilerledi. İçerisi ıssız görünüyordu. Kımıldayan tek bir dal bile yoktu. Tellere yaklaşmaya devam etti ve iyice yaklaştığı anda tellerde askeri üniformalı 20’li yaşlarında bir genç er asker gördü. Çok şaşırdı, çünkü bu asker hiç kımıldamıyor, tepki vermiyor ve sanki de Ali’yi görmüyordu bile. Ali iyice yaklaştığında ve hatta yüksek sesle “hey” diye seslendiğinde bile tepki vermemişti.

Daha yüksek sesle haykırdı Ali: “Hey”

Tam da o anda, Kızılbaş Kilisesinin tarafından yüksek sesle bir cevap geldi: “Hey, my friend.”

30’larında, simasından bir Kıbrıslı Rum olduğu belli olan genç bir adam belirdi. Ali bu cehennemin içerisinde yalnız olmadığına şükrederek adama doğru dönmüştü ki tellerden müthiş bir çığlık geldi.

Tellerin diğer tarafında bulunan genç çılgınlar gibi bağırıyor ve üzerinin yırtılması pahasına tellerin üzerini aşmaya çalışıyordu. Dahası bu bağrışlar sadece 30’lu yaşlarında genç adama karşı değil, aynı zamanda Ali’ye de yöneltilmişti. Öfke başlamıştı ve sadece bir kişiyle sınırlı kalması mümkün değildi.

 

(devamı haftaya)