1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Kayıp’la Hamlet arasında: ‘Kurtulamıyorsun’ sonuçta!
‘Kayıp’la Hamlet arasında: ‘Kurtulamıyorsun’ sonuçta!

‘Kayıp’la Hamlet arasında: ‘Kurtulamıyorsun’ sonuçta!

‘Kayıp’la Hamlet arasında: ‘Kurtulamıyorsun’ sonuçta!

A+A-

Aliye Ummanel’in yazdığı ve yönettiği ‘KAYIP’ oyununu dair izlenimler

 

-----------------------------------
<<…. Bir savaş var, sıçtığımın savaşı, bitmiş gitmiş ama ondan bir türlü kurtulamıyorsun. Acayip yani. Yani ölmedin, yaşadın sonuçta. Ama kurtulamıyorsun yine de… Yok, galiba, bu işin acısını çekenler yaşayanlar. Hayatta kalmışsın, ölmemişsin, yaralanmamışsın ama bırakmıyor bir türlü peşini. Başka türlü bir şekilde gazisin sanki. Başka bir şeyin gazisi. Böyle elle tutulmayan bir şey kaybetmişsin. Böyle yol gibi bir şey. Nasıl yürüyeceğini, nereye yürüyeceğini kaybetmişsin gibi…>>
Aliye Ummanel (KAYIP’tan)
-----------------------------------


Cenk MUTLUYAKALI

‘Kayıplar’ çok önemli bir ‘tabu’ydu hem bilincimizde, hem de yüreklerimizde…
Savaşın yaraları senelerce kapanmamış çatışmalı pek çok coğrafya gibi Kıbrıs’ın da “sızı”sıydı, içten içe etimize batan kırık bir kemik gibi durdu hep, bedenimizde…

Kayıp yakınları için bir başka dramdı; onlarca bedeni katleden, utançlarını ‘çukurlar’a gizleyen, üzerini örtenler içinse bambaşka…

Vicdanlarında giderek ağırlaşan korkunun, suçluluğun, azabın üzerini örtemediler...

Aliye Ummanel’in sözleriyle, “Bu toprağın altında ne kadar kayıp varsa, üstünde de bir o kadar vardı…”

Ve aslında, çok daha fazlasıydı… Çünkü bir o kadar da “katil” vardı, toprağın üzerinde…

Üstelik ‘katiller’ ya da ‘savaş suçluları’ yaşıyordu, geleceğe dair nice düşü suskunlaşan çukurdaki çürümüş bedenlerden farklı olarak…

DİLSİZ BİR 'YARA'

‘Kayıplar’ konusu ‘dar’ milliyetçilerin siyasi istismarı, derin ‘teşkilat’ların bilinen ‘sırrı’, hevesle ya da zorla onca ‘katliam’a alet olanların ‘kabus’u, kayıp yakınlarının ise dilsiz yarasıydı yıllarca…

Kimi ‘yarayı’ kaşımak, kanatmak istiyordu; kimi üzerini örtmek, bir kez daha ‘eti’ ayırmaktan ‘kemik’ten.

Ama kimi de 'yüzleşmek'

Yıllar yıllar sonra kayıp yakınlarının duygularını anlamaya çalıştık, konuştular ya da ‘susarak’ bağırdılar, nice takvim yaprağını eskittikten sonra…

Yitik çocukların, hayallerini erteleyen eşlerin, bir daha asla eskisi gibi gülümseyememiş ana babaların, hep ‘kırık’ kalmış kalplerin öyküsüydü bu…

Akdeniz’in acılı coğrafyasında Türkçe ya da Rumca yazılmış; Boşnak, Sırp, Hırvat, Filistin ve daha nice coğrafyadaki acıyla harmanlanmış  bir ‘göz yaşıydı’, titrek, yutkun, ağlamaklı...

'KAYIP'LARIN ÖYKÜSÜNÜ YAŞAMAK

“Kayıplar”ın öyküsüne çok yakından tanıklık ettim.

Bu ‘yakınlık’ bir aile bağı değildi, gazeteci gözlemiydi sadece…

YENİDÜZEN’deki görevime başladığım günlerin ilk haftasıydı, yeni yapılanmaya ve içeriğe dair yeni projelere ihtiyacımız vardı.

Sevgül Uludağ gibi de araştırmaya ‘aç’ bir ‘inatçı’ bilge vardır içimizde, ‘masa başından’ kalkmalı, ‘rutin’den arınmalı, gerçek öykülerin peşine düşmeli, üretmeliydi çok daha fazla…
‘Kayıplar’ projesiyle geldi.
Dedim ya, önemli bir ‘tabu’ydu 2 binli yılların ilk senelerinde henüz…
“İncisini Kaybeden İstiridyeler”le başladı yazı dizisi ve bir süre sonra Sevgül Uludağ’a hiç dokunmamak gerektiğini anladım; o yoluna çıkacak, yolculuğunu yapacak, ‘dolu dolu’ bizlere geri dönecekti… Biz de dimdik duracaktık sadece.

Kimi sadece “babamın kemiklerini istiyorum, bir mezarı olsun istiyorum” diyen, kimi “katillere duyduğu öfke”yle birlikte patlayan suretler, resmi tarihin suskunluğuna karşı sesini yükseltiyordu.
İş bununla da kalmadı…
Barikatların açılması ile birlikte ‘ihbarlar’ gelmeye başladı, ardı arkası kesilmedi taleplerin, adeta ‘iz peşinde’ geziyordu artık Sevgül Uludağ ve yeni kayıp mezarları ortaya çıkıyor, komite yeniden faaliyete geçiyor, toplum yıllarca birlikte yaşadığı gerçeğin farkına varıyordu…
Ve baskılar gelmeye başlıyordu, hem de nasıl baskılar…

Belki ilk kez paylaşıyorum; bir gün, birkaç siyasetçinin de ‘aracılığı’ ile bir köye götürüldüm, ‘garaj’ gibi bir yere soktular, kapılar kapandı, Mesarya’da bir yerdi…
Onlarca erkek… Öfkeli ve tavizsiz gözleri ile adeta ‘sorgu’ya almıştı beni…
“Bu yazı dizisi bitecek” dediler.
Tümünün yüzünden okumak mümkündü, ‘korku’yu!..
Çünkü Sevgül’ün her açtığı yeni dosyada, her yeni köydeki yüzleşme sürecinde onlarca ‘potansiyel suçlu’ vardı ortada.
‘Azap’ gözünü açmıştı vicdanlarda, uyanmıştı yeniden, ağır gelmişti bu yüzleşme…
Üstelik barikatların açılması, karşılıklı geçişlerin başlaması ile birlikte inceden bir şüphe ve korku, kemirmeye başlamıştı senelerin ‘inkar’ıyla kanayan bedenleri…

Biliyorlardı, pek çok ‘kayıp mezarı’nın yerini, birbirlerini biliyorlardı, kim vurdu, kim eşeledi toprağı, nasıl gömdüler; kim bilir belki ‘çığlıklar’ kulaklarından gitmiyordu… Unutamamışlardı…

O günleri ve saatleri, belki bir daha hiç konuşmamışlardı, birbirlerinin ‘yüzlerine’ bakıyor ama ‘hiç yaşanmamış’ gibi rol yapıyorlardı yıllarca…
Sevgül Uludağ’ın ‘kayıpların izinde’ sürdürdüğü öyküler bugün üç bine falan yaklaşıyor…
Pek çok kesimden aldığımız baskılar, tehditler, küfürler artık iyice azaldı, kayboldu hatta…
Tabular yıkıldı…
1508 Kıbrıslı Rum kayıp vardı, 493 Kıbrıslı Türk… Kimlik tespiti yapılan 444 Kıbrıslı Rum ve 127 Kıbrıslı Türk ailelerine teslim edildi. 896 kazı yapıldı. Bu kazılarda 1092 kayıp insana ulaşıldı.

ALİYE UMMANEL’İN GÖZÜNDEN ‘KAYIP’

Tüm bu ‘iz’lerin etkisinde “Kayıp” oyununu çok daha önemseyerek bekliyordum…
Sanatçı kimliğine hep saygı duyduğum Aliye Ummanel hem yazmış, hem yönetmişti, Lefkoşa Belediye Tiyatrosu bir kez daha ‘bize’ dokunacaktı, toprağa, ada’ya, yüreklerimize…

Oyunun ilk sahnesinden finaline çok etkilendiğimi en başta söyleyeyim.

‘Kayıp’ dramını, gözlerimizin yaşını dudak kenarımızda beliren tebessümle birleştirerek sundu bizlere Aliye Ummanel…

En dramatik ve gergin anların ardından, gülümsetmeyi de başardı, ağlamaya hazırlanırken…

‘Dün’ün acıları üzerinden ‘bugün’ün gerçeklerini  ve eskinin yeniye yansımalarını yaşadık oyunda ve değer yargılarındaki değişimi…

Shakespeare’in “Hamlet”iyle kesişen yollarda kurgulanan ortak dil ve düşünce, gel-gitler arasında, hepimizi yaratıcı bir bakışla gerçekle yüzleştirdi.

Avuç içindeki kafatasıyla sembolleşen ‘Hamlet’ ile ‘Kayıp’ın yolculuğu yüzyıllık bir acıyı ortak bir mekana taşıdı, ustalıkla öpüştürdü. 

Hele, “25 yaşındaki babayı, 35 yaşındaki oğlunun toprağa verdiği” anki anlatım, o derinlik, insanının tüylerini ürperten o sahne… Üzerimdeki etkisi geçmiyor şu an dahi…
“Kayıp” oyunundan daha fazla ipucu vermek, bundan sonraki izleyicisine de, oyunun kendisine de saygısızlık olur, ‘büyü’yü kırar diye düşünüyorum ve susuyorum.

Savaş sonrası kuşakların da sırtına yüklenen ‘yeninin içindeki eski’, savaşa tanıklık edenlerin gözlerindeki dehşet ve siyah beyaz fotoğraflara gizlenen anıların fotoğraf karesinden fırlayarak adeta bir gerçekliğe dönüşmesi adına özlü, yalın ama bir o kadar da ‘gösterişli’ bir eser çıkardı ortaya…

Kimi ‘rötuşlar’ ile bu oyun, Kıbrıs tiyatro tarihinin ve gerçeğinin ‘klasikleri’ arasına kazınabilir, daha uzun yıllar sahnelenerek.

‘Kayıp’taki metin ya da duygu dilinin bir önemli özelliği de şudur ki, oyun ‘Rumca’ sahnelense ve izleyenler de Kıbrıslı Rumlar olsa örneğin, hiç değişmez etkisi, bu nedenle birbirimizin acılarıyla yüzleşmek anlamında, önemlidir…
Dahası Filistin’de ya da, Bosna’da sahnelense yine değişmez yaratacağı etki…

Böylesi ‘evrensel’ bir yapının içerisine özenle yerleştirilen “napan, napayım, napacan” gibi tamlamalar ise bir parça ‘kaşar’a kanarak sıkışıp kaldığımız bu ‘kapan’ın acı bir ‘yerel’ tebessümü oldu hepimiz için…

KAVAZ, TEZCAN VE REFİKOĞLU VE OYUNCULAR

Erdoğan Kavaz, abartısız oyunu, beden dili ve mimikleri, sahnedeki enerjisi ve ‘rol kesmeden’ tam da yaşayarak ortaya koyduğu performansı ile adının yerini hak etti.
Hatice Tezcan, son senelerin tiyatromuzdaki en önemli isimlerinden biri…. Çok daha olgunlaşmış oyuncu karakteriyle, ‘Kayıp’taki tansiyonu avuçlarında tutan ve yöneten isim oldu, bu projeye inandığını sahnedeki duruşuyla gösterdi, rolünün hakkını verdi.
Ve Erol Refikoğlu…
Ne diyebilirim ki…
İki farklı ‘karakterle’ çıktı karşımıza ve tam bir ‘duayen’ imzası attı ‘Kayıp’ın tozuna, toprağına…
Dakikalarca alkışlandı ki, hakkıydı…
Erol Refikoğlu, oyun sonunda “Yaşım epeyi ilerledi ama merak etmeyiniz, ölmeye niyetim yok, bu sahnelerde olmaya devam edeceğim” derken dahi, oyun bitmemişti sanki…. Üzerimizde oyun boyunca bıraktığı etki devam ediyordu ve doğrusu, ‘teşekkür’ konuşmasına rağmen ıslanıyordu gözlerim hâlâ…
‘Kayıp’ın ‘Büyükbabası’ değil, sahnenin ‘büyük’ oyuncusuydu …
Osman Ateş ve İzel Seylani, yönetmen yardımcılarından ses ve ışık tasarımcısına, sahne amirinden tüm diğer emek verenlere kadar önemli bir esere imza attı…
İzleyiniz, göreceksiniz…

Bu haber toplam 1965 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 177. Sayısı

Adres Kıbrıs 177. Sayısı