1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Zafer Algöz’le ‘Haşırt Dı Bilekbord’
Zafer Algöz’le ‘Haşırt Dı Bilekbord’

Zafer Algöz’le ‘Haşırt Dı Bilekbord’

“Ben daha çok karakter rollerinde oynamayı seviyorum. Temelde karakter ve tip birbirinden farklı şeylerdir. Tip biraz daha karikatürdür, karakter ise, bir karikatürün içinin kanı ve canıyla insan olarak doldurulmuş halidir.”

A+A-

Simge Çerkezoğlu

Tiyatro ve sinemadan fazlasıyla aşina olduğumuz, Türkiye’nin önde gelen karakter oyuncularından biri olarak anılan bir sanatçı Zafer Algöz. Benzer tiplemelerle karşımıza çıkan ancak her birine çok farklı hayat veren sanatçı, bu kez yazar kimliği ile hayranlarına sesleniyor. Kendisi her ne kadarda yazar olduğunu kabul etmese de, edebiyat dergisi Kafa’da başladığı yazılarını bu kez İnkılap Yayınevi’nden çıkan “Haşırt Dı Bilekbord” kitabıyla taçlandırıyor.  Doğu Akdeniz Üniversitesi kariyer haftası etkinliklerine katılmak üzere Kıbrıs’ta bulunan sanatçı Zafer Algöz’le kitap ve hayata dair sohbet etme şansı yakaladım.

“İNSANIN YAZARKEN ÖZGÜR OLMASI ÇOK BÜYÜK MUTLULUK”

Zafer Algöz’ün kitabı sanatçının başka sanatçılarla yaşadığı anılarından derleme niteliğinde… Öncelikle “neden şimdi ve bu kitap” diyerek sohbetimize başlıyoruz.

“Ben yazma yönünden çok, hikâyecilik bakımından kuvvetli biriyim. Bu kitapta anlatmış olduğum ve yaşanmış anekdotların daha fazlasını arkadaş ve eş dost ortamlarında anlatırdım. Daha sonra tüm bunları yazılı hale getireyim diye düşündüm. Zaten Kafa Dergisi yayın hayatına başladığından bu yana orada ayda bir kez yazıyordum. Yazmaya da beni Candaş Tolga Işık yönlendirdi. Daha sonra İnkılap Yayınevi yazdıklarımı beğenmiş olacak ki bana bu metinleri kitap haline getirme teklifinde bulundu. Ben de düşündüm ki bizden sonra gelecek olan kuşağın tüm anlattığım bu sanatçılar hakkında fikir sahibi olabilmesi bakımından kitap olmasının iyi olacağını düşündüm. Şu ana kadar da çok güzel tepkiler aldım. Yazarlık konusunda iddialı değilim. İlk kez bir kitap yazıyorum. Uzun zamandır Haber 1903’te de yazıyorum ama orada Beşiktaş maçlarını izleyip analizler yapıyorum. Özgürce yazıyorum. Yazdığım şeylere kimse karışmıyor. İnsanın yazarken özgür olması çok büyük mutluluk diye düşünüyorum.”

“KİTABIN İSMİ CEM YILMAZ’IN FİKRİ”

Kitabı elime alır almaz ilk dikkatimi çeken elbette ismi oldu… ‘Haşırt Dı Bilekbord.’ Kitabı okuduğumda ise bunun yaşanan bir olaydan yola çıkarak deyime dönüştüğünü öğreniyorum. Hikâyeyi bir de Algöz’den dinlemek istiyorum. Bu öyle bir hikâye ki, her seferinde anlatanı da dinleyeni de ilk kez gibi gülüyor.

“Kitabın ismi Öztürk Serengil’le 1985 yıllarında İzmir’de Çeşme Altınyunus’ta bir buluşmamızdan esinlenerek ortaya çıktı. Ben haşırt the blackboard at the seaside (deniz kenarında uzun atlama) diye bir deyimi ilk defa rahmetli Öztürk ağbiden duymuştum. Deniz kenarında bir restoranda kazık yemenin verdiği acıyla kendisinin ürettiği bir şeydi. Sonra onun bu sözü Türkiye’de çok yayıldı. Özellikle üniversite gençleri bu ifadeyi çok kullanıyor. Hatta bana nasıl kullandıklarını da anlattılar. Özellikle de sınava girmeye kısa bir süre kala, hocalar konulara yeni birini daha ekleyince çocuklar eyvah haşırt the blackboard diyerek, bizi kazıkladılar diyorlarmış. Kitabı ilk yazdığımda Cem Yılmaz’dan okumasını rica ettim. Seve seve okudu ve ertesi gün bana kitabı okurken gülmekten başıma ağrı girdi. Yataktan düşüyordum, stand up tadında bir kitap olmuş dedi. Benim de arzu ettiğim kitap böyle bir şeydi zaten. Ben okuyucu olarak, bir kitabı öyle haftalarca okuyan bir insan değilim. Elime bir kitap geçti mi onu en kısa sürede okumayı tercih ederim ki, kitabı daha iyi anlayabileyim, yoğunlaşabileyim. Bu kitapta da böyle bir tempo yakalamak istedim. Kitaba başlayan insan bir solukta okuma ve bitirme duygusunu yaşasın. İstediğimi de elde ettim sanırım. Kitabın ismi de ne olsun diye düşünürken Cem kitaba güzel bir önsöz yazarak isminin de ‘Haşırt dı blekkboard’ olursa çok güzel olacağını söyledi. Başka seçenekler de vardı ama kitabın ismi Cem Yılmaz’ın fikri ile oluştu ve böylece yayınevi ile de konuşarak bu ismi verdik.”

“HİÇ YAŞLANMAYAN İYİ ÇOCUK”

Algöz’ün de anlattığı gibi kitabın önsözü Cem Yılmaz’a ait. Kendine özgü üslubuyla kitaba bir önsöz yazan Cem Yılmaz diyor ki; iyi şeyleri ancak iyi çocuklar yapar, Zafer abim de hiç yaşlanmayan, o iyi çocuklardan…  

“Çok zarif ve insanı onurlandıran bir ifade bu. Hayatım boyunca hiç yaşlanmayı istemediğim doğrudur. Yaşlanmakla kastettiğim insanın içinin yaşlanması. Hayatım boyunca da içi geçmiş, ruhu çökmüş ve enerjisi bitmiş insanlarla birlikte olmak hoşuma gitmez. Aslında onun söylemek istediği de budur. Bu anlamda da hiç yaşlanmayan bir çocuk olarak hayatıma devam edeceğim. İnsanın içindeki çocuk tarafı canlı kaldığı zaman, hayata karşı çok daha farklı bakabiliyor. İnsan böylece daha mücadeleci, daha çalışkan oluyor, kolay kolay pes etmiyor. O nedenle de hep çocuk kalmayı tercih ediyorum.”

Kitapta çok güzel hikâyeler var. Birkaçı var ki benim için ayrıca güzel ayrıca anlamlı… Sadri Alışık, Zeki Müren gibi… Esas merak ettiğim ise olaylara tanıklık eden birisi olarak, Zafer Algöz için en etkileyici olanı.

“Anlatmış olduğum tüm hikâyeler gerçek insana ait hikayeler. Hiçbirini uydurmadım. Benim için öyle sanatçılar var ki Türkiye’deki birçok insanın tanıdığı bildiği insanlar onlar. Ama onarla tanışmak, konuşmak birlikte bir projede yer almak benim için ayrıca mutluluktur. Benim için manevi anlamda en değerli anım Zeki Müren’le ilgili olanı. Zeki Müren’i herkes Türk sanat müziğinin en büyük sanatçısı olarak bilir. Sanat Güneşi denir. Dört bine yakın şarkı bilen, makam ve usul bilen bir sanatçıdır. Benim rahmetlik büyük halam ve Zeki Müren’nin annesi Bursa’da aynı apartmanda yaşarlardı. Ben de böylece sanatçının annesini çocukluk yıllarımda tanımıştım. Bir gün annesi halama gelerek Zeki mevlit için Bursa’ya geliyor, siz de gelin davetinde bulundu. Ben de tabii Zeki Müren’i gidip görmeyi çok istedim ve biz camiye gittik. Daha evvel onu sahnede görme şansına sahip olmuştum. Türkiye’de pek çok kişi de böyle bir şansa hiç sahip olmadı. Ancak ben camiye gittiğim gün Zeki Müren’nin mevlit okuduğuna şahitlik ettim. Bu anı benim için çok kıymetli bir anı doğrusu.”

“BİR TİPİN İÇİNİ DOLDURABİLİRSENİZ O BİR KARAKTERE DÖNÜŞEBİLİR”

Zafer Algöz’un sinemada rol alması çok da uzak bir geçmişe uzanmıyor. Hep tiyatro ile var olmayı tercih eden sanatçı ilk kez Ağır Roman filmi ile beyazperdeye adım atıyor. Bu filmden sonra da hep yarattığı karakterlerle adından söz ettiren sanatçı bunun nedenini bizimle paylaşıyor.

“Tabii ki Ağır Roman filmi benim için bir dönüm noktası niteliğinde. Çünkü ben tiyatrodan gelen bir oyuncuyum. Tiyatro oyuncularının kamera karşısında oynaması bu hele de ilk kez oluyorsa önemlidir. Ben daha çok karakter rollerinde oynamayı seviyorum. Temelde karakter ve tip birbirinden farklı şeylerdir. Tip biraz daha karikatürdür, karakter ise, bir karikatürün içinin kanı ve canıyla insan olarak doldurulmuş halidir. Bir tipin içini doldurabilirseniz ancak o karaktere dönüşebilir. İster komedi olsun ister dram ben hep oynadığım rolleri karakter haline getirmeyi sevdim. Aşırı abartılı, farklı stillerdeki oyunculuk anlayışı bana hiç cazip gelmiyor. Amerikalı komedyenlerinden Jerry Lewis vardı, ben onun stilini çok abartılı bulurum. Kaşı ve gözüyle çok fazla oynar. Ancak Robin Williams, Peter Sellers veya pirimiz Charlie Chaplin onlar benim öykündüğüm kendime örnek aldığım komedyenlerdirler.”

“CEM YILMAZ’LA ARİF VE 216 FİLMİNE HAZIRLANIYORUZ”

Zafer Algöz kısa bir süre içinde yine bir Cem Yılmaz filmiyle karşımıza çıkacak. Son zamanlarda hep Cem Yılmaz’la birlikte çalışmalarına yönelik gelen eleştirileri ise bir röportajında Barcelona benzetmesiyle açıklıyor ve Barcelona takımının da hep aynı kadro ile sahaya çıktığını açıklıyor. Bunu hatırlattığım zaman çok gülüyor.

“Cem Yılmaz’la birlikte oynuyoruz evet ama Cem Yılmaz da bizi kara kaşımıza kara gözümüze oynatmıyor. İyi oyuncular olduğumuzu bildiği için bizimle çalışmak istiyor. Ayrıca biz bir ekip ruhu yakaladık. Bir projenin sıfırdan itibaren gelişim aşamasına kadar sadece benim rolüm, kostümüm ve makyajım ne diye ilgilenmeden projenin tamamına dahil olduğumuz için, bazı konularda sadece bize fikrimizi sorduğu ve ukalalık yapma hakkı verdiği için işin iyi olmasına gayret ettiğimiz için, ruhumuzu her şeyimizi ortaya koyduğumuz için bizimle çalışmak istiyor. Hayatım boyunca birçok sinema filmi yaptım ama benim için Cem’le yaptığımız sinema filmlerinin değeri çok daha farklı çünkü hiç ortada bir şey yokken sadece filmi hakkında üç dört cümlelik bilgiye sahipken bir sene sonra tamamının gelişimine katkı koymak benim için farklı ve kıymetli. Bundan sonra yapacağımız sinema filmi de Arif ve 216 olacak Arog ve Gora’dan sonra üçleme olacak. Arif, Gora filminde biliyorsunuz uzaya gidiyordu bu sefer de tam tersi olacak uzaydaki robot 216 İstanbul’a gelecek. Arif ve 216’nın İstanbul’daki maceraları biraz da zamanın geriye, ileriye gitmesi gibi çok fantastik olaylarla aktarılacak. Çok da fazla detay vermek istemiyorum sadece bu kadarını söyleyim.”

14 MİLYONDAN SADECE 450 BİN KİŞİ

Türkiye’de günümüzde yaşanan sıkıntılara ve akademisyenlerin ihraç edilmesine ilişkin de fikirlerini söyleyen Algöz, sanatın ekmek ve su gibi bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması gerektiğini söylüyor.  

“Sanat kurumlarında bunların olması çok acı ve üzücü. Türkiye’de devletin sanat kurumlarında erozyon yaşanıyor. İnsanların çalışma ve sanat yapma şevki kalmamış. Sanatçılar emeklilik hakkını elde eder etmez emekli olup kendine farklı yaşam kurma derdinde. Elbette Atatürk Kültür Merkezi’nin on beş yıldır kapalı olmasının da bunda büyük etkisi var. İstanbul ülke gibi bir şehir ancak bir kültür merkezi yok. Bu büyük bir kayıp. Ben 2000 ila 2005 yılları arasında İstanbul devlet tiyatrolarında idarecilik de yaptım. O zaman İstanbul’un nüfusu 14 milyon kadardı ve yaptığım araştırmada sadece 450 bin kişinin tiyatro, sergi ve konserlere gittiğini tespit edip şaşırmıştık. Oysa çok daha geniş kitlelere bu fikir yayılmalı. Fakat toplumda öyle bir duyarlılık yok. Özel tiyatrolar da eğreti yapılan salonlarda sanat faaliyetlerini gerçekleştirmeye çalışıyor. Şehrin içinde o kadar az sahne var ki. Ülkemizi yönetenlerin sanatın da ekmek ve su gibi bir ihtiyaç olduğunu anlamaları lazım. Farklı bir kültür sanat politikasının geliştirilmesi lazım.”                  

                        

Bu haber toplam 7645 defa okunmuştur
Etiketler :
Adres Kıbrıs 306 Sayısı

Adres Kıbrıs 306 Sayısı