1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yozlaşmanın kökeni: Kimlik krizi
Yozlaşmanın kökeni: Kimlik krizi

Yozlaşmanın kökeni: Kimlik krizi

Yozlaşmanın kökeni: Kimlik krizi

A+A-


Mustafa Öngün
m.ongun85@gmail.com

Bir süredir yazmaya ara vermiştim. Önceden yazdığım bazı yazıları bitirip yayınlamak dışında aylardan sonra yazdığım ilk yazı bu. Beni tekrardan yeni bir söz söylemeye iten şey ise malum Marsilya gezisi sonrasında ortaya çıkan yozlaşma tartışmaları. Bu tartışmaları oldukça anlamlı ve faydalı bulmama rağmen, tartışmaların tek boyutlu bir düzeyde kaldığını düşünüyorum. Bu yazıda da zaten amacım yozlaşmanın farklı bir boyutu olduğunu hatırlatmak.

Marsilya olayıyla birlikte bir kez daha yozlaşmanın giderek kamusal alana hâkim olduğunu gördük. Görevini kötüye kullananlar, mesleğinin etik gereklerini yerine getirmeyenler ve daha niceleri. Gittikçe artan yozlaşma ile karşı karşıyayız. Bunu hepimiz biliyor ve dile getiriyor olmamıza rağmen neden yozlaşmış bir toplum haline geldiğimiz konusunda o kadar da net olduğumuz söylenemez. Neden bugün siyasetin her kesiminde yozlaşma ile karşı karşıyayız? Bunun tek nedeni “kötü niyetli”, “menfaatçi” politikacılar mı? Onlardan kurtulsak yozlaşmadan da kurtulur muyuz? Yozlaşmanın daha köklü toplumsal gerçekleri yok mu? Bu sorulara tabii ki böyle kısa bir yazıda cevap vermek zor. Ancak en azından şunu söyleyebiliriz ki, yozlaşmanın önemli sebeplerden birisi de toplumsal olarak bir kimlik bunalımı içinde olmamız.

Çalışma alanında kimlik krizi

Öncelikle yanlış anlaşılmaması için başlarken şunu not edelim. Kimlik krizi yaşıyor olduğumuzu söylerken, klasik anlamda ulusal veya etnik bir kimlikten bahsetmiyorum. Anlatmaya çalıştığım daha çok “çalışma alanı” ile ilgili bir kriz. Toplum olarak çalışma alanında iktidar, para ve itibar gibi maddiyata dayalı değerlerin ötesine geçemememizden kaynaklı bir kriz yaşıyoruz. Yozlaşmanın kökenini bu krize referans vererek anlamanın mümkün olduğu kanısındayım. Dahası bu tür bir yaklaşımın “bu kötü siyasilerden kurtulalım da yozlaşma bitsin” gibi bir bakıştan daha kapsamlı ve gerçekçi olduğunu da düşünüyorum.

Marx’ın ve Hegel’in düşünce sistemi içerisinde “çalışma” daha önceki düşünürlerde hiç olmadığı kadar önemli bir yer alır. Marx için insanın kendini gerçekleştirmesi, toplumsal değerler üretmesi ve gerçek anlamda etik bir yaşam sürmesi büyük ölçüde “çalışma alanında” gerçekleşir. Solun “emek en yüce değerdir” demesi de aslında buraya dayanmaktadır. Bu açıdan baktığımızda insana kimlik kazandıran en önemli sosyal alan “çalışma alanı” olarak karşımıza çıkar.

Bugün Kıbrıs’ın kuzeyine bu gözle baktığımızda çalışma alanının değerlerden kopartılmış olduğunu söyleyebiliriz. Yaşadığımız toplumda emek sadece sömürülerek değil aynı zamanda fonksiyonunu da yitirerek değersizleşmeye başlamıştır. Çalışma alanı, insanın kendini gerçekleştirdiği ve toplumun bir parçası olduğu alan olmaktan çıkmış, paraya, iktidara ve kişisel itibara hizmet eden bir araç haline gelmiştir. Çalışma alanı belli değerleri geliştirerek bireyin kendini gerçekleştirdiği bir alan olmaktan çıktığı zaman, bireylerin kendini belli bir kimlik bunalımı içinde bulması kaçınılmazdır.

Çalışma alanında değer dediğimiz şey bildiğiniz gibi para, iktidar, itibar vs. ile oluşmaz. Doktorluk insan hayatı kurtardığı için itibarlı bir meslektir. Buradaki değer ise insan hayatının kurtulmasıdır. İtibar değildir. Siyaset toplumu iyi yönde değiştirebildiği ölçüde iktidar önem kazanır. Burada ise değer, toplumu iyi yönde değiştirmektir. İktidar değil. Akademisyenlik bilgi ürettiği ve aktardığı ölçüde paraya ve itibara değen bir meslektir. Para ve itibar bir akademisyen için değer değildir veya olmamalıdır.

Şimdi, toplumda önemli rolü olan bu tür meslekleri tercih etme biçimimize baktığımızda yozlaşmanın kökenini görmek zor olmayacaktır. Mesleklerimizi seçerken değerlerden ziyade parayı, iktidarı ve itibarı kriter olarak kullandığımızı görmek için toplum bilimci olmaya gerek yok. “Bu ülkede en rahat meslek öğretmenliktir” diye vaatler veren ve daha sonra öğretmen olan insanlardan tutun da “itibarlı ve paralı biri olmak istersen doktor ya da siyasetçi olacaksın” diyenlere kadar birçoğumuz mesleklerimizi seçerken maddiyat odaklı bir bilinçle hareket ediyoruz. Meslek seçimine yönelik bu tür bir bilince sahip bir toplumun birçok alanda yozlaşması kaçınılmazdır. Farklı bir deyişle, mesleklerin para, iktidar ve itibar dışında ne işe yaradığını anlamayan ve sorgulamayan bir toplum, bu mesleklerin sadece iktidar, para ve itibar için kullanmaktan çekinmeyecektir. Siyaset de bu mesleklerden ayrılamaz. Siyaset bugün yozlaşmışsa, bu mesleğin para, iktidar ve itibar dışında ne işe yaradığını sormayan, yani bu anlamda bir kimlik krizi yaşayan insanların bu işi yapmasından kaynaklanmaktadır; tıpkı diğer birçok mesleği icra edenlerimiz gibi. Kısacası kamusal alandaki yozlaşmanın kökeninde çalışma alanındaki kimlik krizi vardır. 

“Başarılı insan” modeli

Yozlaşmanın nedeni olarak gösterdiğim bu kimlik krizinin ortaya çıkmasındaki nihai faktör ise ailede ve okulda değerlerden yoksun bir başarı anlayışının çocuklara ve gençlere yüklenmesidir. Bu kurumlarda başarılı insan modeli para, itibar ve güç kazanan insan haline gelmiştir. Değerlerinin ne olduğu belli olmayan, kazanmak için her yolu kullanan bir insan modelinin ailede ve okulda ideal insanmışçasına direkt veya dolaylı olarak öğretilmesi sonucunda ortaya ne için mühendis, doktor, akademisyen vs. olmak istediğini bilmeyen insanlar çıkmıştır; hem de fazlasıyla.

Bir şehri daha estetik hale getirme amacıyla mimarlık yapmanın, bilgi üretmek için akademisyen veya insan hayatını daha sağlıklı hâle getirmek için doktor olmanın, “hayalperestlik” olduğu bir toplum “çalışma alanı” açısından önemli bir kimlik bunalımı içene girmiş demektir. Okullarımızda ve ailemizde bireyleri kazanma hırsı ile yetiştiriyoruz. Meslekleri para ve itibar kazanma dışında bir anlamı olmayan alanlarmış gibi yansıtıyor ve böylece ortaya amaçsızca çalışan kitleler çıkarıyoruz. Bu buhran içerisinde yozlaşmanın artması kadar doğal bir şey yoktur. Diğer bir deyişle, yaptıkları işin hangi değerleri yansıttığını bilmeyen, sadece para ve itibar hırsı ile çalışan insanlar topluluğu haline gelmiş bir toplum yozlaşmadan kurtulamaz. İşte yozlaşmanın kökeninde olan toplumsal gerçeğimiz budur.

Bu bunalımdan kurtulmak mümkün mü? 

Son dönemlerde belli sivil toplum örgütlerinin ve siyasilerin yozlaşma üzerine gitmesi ümit vericidir. Daha az ümit verici olan ise aile yapımızın ve okullarımızın yukarıda anlatılan kimlik krizi ve beraberinde gelen yozlaşma üzerindeki etkisinin göz ardı edilmesidir. “Eskiden ne kadar da birliktik, ne kadar da etiktik” veya “denetim yok, yasa yok, olsa böyle olmazdı” dediğimiz kadar, aile yapımızda ve okullarımızda yaşadığımız kimlik bunalımını tetikleyen unsurları da dillendirsek; farklı bir aileyi, farklı bir eğitimi siyasi anlamda düşünmeye başlasak biraz daha kapsamlı ve gerçekçi düşünmüş olmaz mıyız? Eğitimde, ailede ve dahası kültürümüzde ne gibi değişimler gerçekleştirmemiz gerektiğinden bahsetmeden yozlaşmanın karşısında durmak ve hatta yozlaşmadan kurtulabileceğimizi sanmak ne kadar gerçekçidir?

Bir şeyi kabul etmek gerekir ki, metalaşmış değerler dışında değerleri olmayan bir toplum ortaya çıkardık. Ve bu bizi bir kimlik bunalımına itti. Birçok anlamda ve özellikle çalışma alanında, pek de anlamı olmayan etnik ve ulusal kimlik dışında gelecek nesillere nasıl bir kişilik kazandırmak istediğimizi sormadan ve cevaplamadan okullarımızı ve ailelerimizi oluşturduk.

Bugün hem siyasi hem de bireysel anlamda gelecek nesillere nasıl bir kimlik kazandırmak istediğimizi sormak zorundayız. Bu soruyu sormadıkça ve verdiğimiz yanıtları ailemize ve okullarımıza yansıtamadıkça istediğimiz kadar yozlaşmaları deşifre veya dava edelim. Bunlar önemli olmasına rağmen pek de faydalı olmayacaktır. Bugün yozlaşmayı ortadan kaldıracak siyasi veya sivil bir hareket ortaya çıkacaksa bu, aile, öğretmen ve okul denklemi üzerinde sistematik alternatifleri olan bir hareket olmak zorundadır.

Gerçekçi bir gözle olan bitene baktığımızda, ortada böyle bir siyasi proje olmadığı açıktır. Ortada Facebook ve Twitter’in ötesine geçemeyen bir tepki vardır. Bu tepki elbette ki oldukça önemlidir ve olması gerekir. Ancak bunun ötesine geçecek aile, öğretmen ve okulu da kapsayacak örgütlü ve kapsamlı bir siyasi proje olmadan yaşadığımız kimlik bunalımından ve dolayısıyla yozlaşmadan kurtulmak mümkün değildir.

Bu haber toplam 5086 defa okunmuştur
Gaile 279. Sayısı

Gaile 279. Sayısı