1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yetişip göçmen düştük!
Yetişip göçmen düştük!

Yetişip göçmen düştük!

Yetişip göçmen düştük!

A+A-

 

Sadiye Ada Raman
adasadiye@gmail.com


                                                                       
*Nerede başladı nerede bitecek benim ömrüm
Gezdiğim diyarların hiçbirinde yoktum
O dağların gölgesi de yetmez bana
Küllerimi denize savurun.

 

Mülkiyet üzerine yazılmış, çizilmiş, ortaya konulmuş onca şey varken yine de merak ediyorum ben. Göç edip de başkasına ait olan bir eve yerleşen ve büyüdüğü o evde ürkek bir biçimde salınıp dolanan annesinin ev hallerini kim hatırlamaz? Ya da savaş sonrasında tenha sokaklarda dolaşırken evlerin ön cephesinde yazan ‘TUTULMUŞTUR’  yazısını kim görmemiştir? Kim yatmadı başkasının yatağında? Kim savaş kâbusuyla karışık rüyalar görmedi, kendinin olmayan ve hiç tanımadığı bir başkasının evinde?

Yaşım ilerleyince fark ettim ki, anı sonsuzlaştırmak için çektiğimiz fotoğraflar, ebeveynlerimizden çok farklı! Kendi çocukluğumuzu geçirdiğimiz yerler ile ebeveynlerimizin çocukluğunu geçirdiği yerler farklı... Aynı yerde aynı fotoğrafı çekememiş bir nesiliz biz.

Savaştan sonra “adaletsiz bir şekilde mal-mülk dağıtıldı” konuşmalarını dinleyerek büyüdük. Mülkiyet hakkının ne olduğunu bilmiyordum aslında. Meğer, taşınır/taşınmaz mal ya da toprak üzerinde hak sahibine kullanma, yararlanma ve tasarruf yetkisi vermekmiş. Oysa biz, mülkiyet hakkını görmezden gelerek ganimetçilik yaptık, başkalarının eşya ve evlerini dağıttık.

Dağıtılan ya da bulunarak kullanılan onca eşyanın, malın nereden alındığını, neden ve kimin tarafından yapıldığını bilmedik hiç. Merak edip de soracağımız ve cevap alacağımız mal sahipleri ile uzunca bir süre iletişimimiz de olmadı. En mahrem alanımız olan evimizin ve hatta bazı kamusal alanlardaki binaların nasıl ve neden inşa edildiğini bil(e)medik. Tarih derslerinde yaşadığımız adaya dair resmi (belli) bakış açısıyla yazılmış bilgileri okuduk ve gerçekleri öğrenemedik ne yazık ki.

Mülkiyetin maliyetinin kimin tarafından ve nasıl karşılanacağı matematiği üzerinden gidilen şu günlerde, ben 2003 yılına dönmek istiyorum. O yıl, büyüdüğüm evin sahipleri evlerini ziyarete geldiği gün, evin sahibi kadının, odaların duvarlarına nasıl baktığı belleğimde hâlâ. Ev sahiplerinin geldiği gün, benim ve kardeşimin ilk yatağı olan küçük yatakta oğlum uyuyordu. Kadın, yatağı görünce ağlamış; o yatakta kendi oğullarının da uyuduğunu anlatmıştı.

Georges Perec, ‘Kayboluş’ adlı romanında gerçeklik hakkında alternatif görüye aracılık etmeye çalışmıştı... İşte, 2003 yılında göç ettiğimiz Baf kasabasına, savaştan sonra yaptığımız ilk ziyareti hiç unutmadım. Sonrasında o anlara dair olanları, neslim ve ebeveynlerimin kuşağı için bir yüzleşme olarak algıladığımı söylemeliyim. O gün, benim için en etkileyici olan, babamın büyüdüğü eve varır varmaz çocukluğuna geri dönerek bahçedeki çitlembik ağacını görmek istemesiydi. Büyüdüğü kasaba ile, evle, sokakla, bahçe ile onca anısı varken, babam en yoğun gerçeklik algısını çitlembik ağacıyla kurmuştu.  

Sanırım, göç etmiş insanların iç ve dış mekanlarda, göç etmeden önce ve göç ettikten sonra bulundukları yerlerde -yani evlerinde, iş yerlerinde ya da tarımsal alanlarda- olan yaşanmışlıkları mülkiyet sorununda farklı ve çok önemli bir boyutun olduğunu göstermektedir. İşin sadece ekonomik ya da siyasi boyutu olamaz, psikolojik ve sosyolojik yönü de vardır. Peki göç etmiş, evini terk edip de başkasının evine yerleşmek zorunda bırakılmış bir kişinin mülkiyet konusundaki duygu ve düşünceleri nedir? Evin esas sahiplerinin mobilyalarını kullanırken neler hisseder?

Zorunlu göçün güncelliğini koruduğu ve Orta Doğu’yu terk eden mültecilerin yaşadıklarına tanıklık ettiğimiz bugünlerde, insanların göç ettikleri yerlerde yeni komşularıyla ilişkilerinin nasıl olduğunu çok merak ediyorum. Tam da bu noktadan hareketle, Kıbrıs’ta savaşın ardından gerek toplumsal gerekse bireysel düzeyde yaşanılan travmatik acıların sorumlularını bilmekten öte, Kıbrıslıların empati kurmalarına dair herhangi bir sorgulamanın olup olmadığı konusunda durup kafa yoruyorum. Yine bugün, sosyal medyada bolca paylaşılan, günümüzün en acı gerçeği mülteci konusunda olanlara tanıklık etmekten öte, ‘zorunlu göç’ sorununda ne kadar samimi olduğumuzu öğrenmek istiyorum. Göç konusunu ne kadar içselleştirdiğimizi gerçekten bilemiyorum.

Bölük pörçük anlar var fotoğraflarda, anlatılanlarda, yaşananlarda... Bu adada doğmuş, göç eden bir ailenin ferdi olarak, mülkiyetin sahiplenmekten öte aitlik duygusunu da içerdiğini düşünüyorum. Ancak göçle ilgili olumsuz duyguların bir miras olarak yeni nesillere aktarılmaması gerektiği inancındayım. Yaşantılara, anılara müdahalesiz-yasaksız, saygı duyarak-empati kurarak yaklaşılmalı bence. Kıbrıs’ın farklı mekanlarında farklı dillerin konuşulduğu ve anıların paylaşıldığı, fotoğrafların birlikte çekildiği ve ağaçlardaki meyvelerin birlikte toplandığı günlerimiz olsun bundan sonra. Çözüm gelirse, korkmadan, güven duygusuyla yaşanacak zamanlarımızın olacağı umudundayım. Sınırsız alanların-bölgelerin, mekanların içinde, hep birlikte...

 

*Şener Levent’in “Küllerimi Denize Savurun” şiirinden alınmıştır.

Bu haber toplam 1886 defa okunmuştur
Gaile 342. Sayısı

Gaile 342. Sayısı