1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Yazı(n)da Dalgalanan An(ı)lar
Yazı(n)da Dalgalanan An(ı)lar

Yazı(n)da Dalgalanan An(ı)lar

Yazı(n)da Dalgalanan An(ı)lar

A+A-


Ahmet Yıkık
ahmetyikik@hotmail.com

Kıbrıslı Rum yazar Marios Mihailides’in, Antalya’nın Doğusu Lefkoşa’nın Kuzeyi adlı kısa oylumlu romanı geçtiğimiz günlerde Türkçeye aktarıldı. (i) Marios Mihailides’in eserinin Yunancası, 2014 yılında, Yunanistan’da Momentum Yayınevi tarafından yayımlanmıştı. Kitap, Türkçeye orijinalindeki adı aynen korunarak çevrildi. Eser OPM ve Ruffel yayınevlerinin işbirliği sonucunda hem Türkçeye hem de Almancaya kazandırılmış. Antalya’nın Doğusu Lefkoşa’nın Kuzeyi’ni Türkçeye Lale Alatlı çevirdi. 2013 yılında yayımlanan İki Dilde Kıbrıslırum ve Kıbrıslıtürk Öykü Antolojisi’nde yer alan Kıbrıslı Rum öykücülerin eserlerinin Türkçe çevirileri de Alatlı tarafından yapılmıştı.

Çevirmenin, bahsi geçen eserler vasıtasıyla gözlemlenebildiği üzere, gitgide daha akıcı ve edebi bir dil kullanma yönünde yeteneğini geliştirdiği görülüyor. Bununla birlikte çeviriyi kendine meslek edinenlerin, okuduğu eserde yalnızca sürükleyici bir hikâyenin peşinden koşmayan, bunun yanı sıra rafine bir dilin izini süren edebi zevki yüksek okur grubunun varlığını göz ardı etmemeleri gerekir. Modern sonrası çağı deneyimlediğimiz günümüzde, edebi türlerin ne denli iç içe girdiği inkâr edilemez bir olgu. Sözün özü, Alatlı, düzyazı eserler çeviriyor çevirmesine de Türkçenin şiirsel kıvamını tutturmakta bir parça bocaladığı ya da bir başka deyimle eksik kaldığı dikkatlerden kaçmıyor. Bu noksanlığı gidermenin tek yolunun bolca şiir okumaktan, şiiri hayatın bir parçası yapmaktan geçtiği uyarısını yaptıktan sonra romana odaklanmanın vaktidir artık.

Antalya’nın Doğusu Lefkoşa’nın Kuzeyi’nin “Ayrılık Limanında” başlıklı ilk bölümünde bugünkü Suriyeli mültecilerin yaşadığı dramı andıran bir trajediye tanık olunur. Kourkousoğlu ailesinin gönülsüz kaçışlarını aksettirir yazar Mihailides, köklerinden kopartıldıkları Alanya’dan.  “Meryem Ana yardım etsin de gemi erken gelsin, atalım kendimizi içine, kurtulalım…” (s.7) Yazar, eserin daha ilk satırlarında sözce öznesiyle (ana karakterle) bir araya getirir okuru, Maria’yla. Ama hemen sonrasında öyküleme tekniğinin ağırlık kazandığı bir romanla karşı karşıya olduğumuzun ayrımına varırız. Anlatıcı, ara ara karakterlerin birtakım sözcelerini aktarsa da büyük oranda anlatımı kendisi gerçekleştirmektedir. Dolayısıyla, eserin daha ziyade üçüncü tekil kişinin hâkimiyetinde geliştiğini söyleyebiliriz. Bu durumun da esere klasik roman üslubunun sinmesine yol açtığını belirtmekte yarar var. Anlatıcının gerek anlatma gerekse özetleme tekniğini birlikte kullanarak verdiği bilgilerden şunları öğreniriz: Panik halindeki Maria, on dört yaşındaki oğlu Pantelis ve yaşça oğlundan küçük kızları Angeliki ve Anastasia’yla birlikte Alanya limanında kendilerini “Büyük Felakat”ten kurtarıp Kıbrıs’a götürecek geminin gelmesini beklerken adeta ecel terleri dökmektedir. Kocası Yordanis, alıkonduğu Türk çeteleri tarafından ağır şartlarda Karaman dağlarında çalıştırıldığı sırada öldürüldüğünden, çocuklarının yükünü de tek başına üstlenmek zorunda kalmıştır.

Geminin gelmesini beklerken orada toplanan sayıları yüz civarı Anadolu kökenli Rumun kendi aralarında fısıldaşmalarından, o sırada Anadolu’da Rumların yaşadığı birçok kentin, kasabanın Türkler tarafından yakılıp yıkıldığını öğreniriz. Bu kentlerin arasında İzmir’in de adı geçmektedir ki bunun resmi Türk tarih söylemiyle çelişmesi dikkatli okurun gözünden kaçmaz. Çaresiz Rum halkıysa, nereye gideceğini bilemeden çil yavrusu gibi etrafa dağılmaya mecbur kalmıştır. Mihailides, Anadolulu Rumların yaşadığı derin travmayı melodrama kaçmadan fakat sıradan insanların psikolojilerinde açılan kapanması mümkün olmayan yaraları başarıyla yansıtarak verir:
“Çiftliklerimize komşular sahip çıkıyor. Neredeyse çeteler de gelecek ve her yer asker dolacak. Yunanlar Afyonkarahisar’da dağılıp sahillere doğru yola çıktı. Türkler her şeyi yakıp yıkıyor, herkesi öldürüyor.”(s.13)

Yukardaki alıntıda bir yandan savaşın acı yüzüyle tanışınca mülteci durumuna düşen günahsız çoğunluğun dramı sergilenirken, bir yandan da hiçbir vicdan muhakemesi yapmadan onların geride bıraktıkları malı mülkü sahiplenen diğerleri de imlenmektedir. Ganimetin baldan tatlı olduğunu iddia edenler vardır mutlaka hep de olacaktır.

Oysa bir başkasının alın teriyle elde ettiği kazanımların üstüne hoyratça oturmaktansa zehir tatmayı yeğ tutanlar nedense hep azlıktır. Bizlere kurgusal bir dünya sunsa da edebiyatın, insanın unuttuğu ve hiç sorgulamadığı tarih boyunca süregelen haksızlıkları anımsatmakta oynadığı olumlu rol yadsınamaz. Zaten sanatın arındırıcı yönlerinden bir tanesi de bu olsa gerek.

Eserdeki olay örgüsü yüzeyde kronolojik bir çizgide ilerler görünse de zaman zaman geriye dönüşlere de tanıklık ederiz. Böylece karakterlerin geçmişteki yaşantıları ve anılarına açılan kapıdan içeri adım atarız. Belleklerinin dehlizlerinde dolanır, onlarla bütünleştiğimiz, tek parça olduğumuz hissine kapılırız. Kısacası, gerçeklik yanılsamasının keyfini doyasıya çıkartırız. Maria’nın eşi Yordanis’le tanışmalarını müteakip Türklerle Rumların bir arada kutlayıp eğlendikleri nişan ve düğün törenlerinden haberdar oluruz. Yanı sıra, bölgede birçok Hristiyanın din değiştirerek Müslüman oluşları kulağımıza fısıldanır. Milliyetçiliğin yaygınlaştığı bir dönemde Anadolu’nun başlıca iki dini cemaati arasındaki dostluk ve komşuluk ilişkilerinin her şeye rağmen devam ettiğini gözlemleriz. Ta ki “Büyük Felaket” gelip çatana dek…

Yazarın, tarihi olayları arka zemine serpiştirirken tek taraflı bir yaklaşımdan sakındığını belirtmek yerinde bir saptama olacaktır. Zira 1. Dünya Savaşı akabinde önce İtilaf devletleri, sonra da eski Osmanlı müstemlekelerinden (genç) Yunan devleti tarafından işgal edilir, Anadolu coğrafyası. Böylesi çetin koşullar altında mücadele etmek durumunda kalan Türklerin, işgalci Yunan askerlerine duydukları öfke ve nefretle beslenen tepki nedeniyle, Anadolu Rumlarına da benzer ölçüde hınç ve şiddet içeren bir tavır sergilemelerini aktarır önce anlatıcı. Ancak yalnızca Türk imgesini olumsuzlayan sahneler betimlemekle yetinmez. Ayrıca Anadolu Rumları arasında da milliyetçilik cereyanının kuvvetle yayıldığını ve komşuları Türklere karşı güvenlerinin azaldığını işaret eden olayları da katar anlatıya:
“Ordu her an buralara varabilir, Rumları ayaklandırın, delikanlıları saklayın da Türkler alıp götürmesin. Yunan ordusunun desteğe ihtiyacı olacak,” derlerdi içtikleri antlarla, boyunlarındaki haçlarla delikanlılar, sesleri titreyerek Amina (ii) diye bir şeyden ve Venizelos diye birinden bahsederlerdi. Yordanis de ant içmiş ve çok para vermiş, Maria’ya ve güvendiği kimselere, ağızlarından laf almaları için Türklerin aralarına karışmalarını söylemişti(…).”(s.19-20)

Maria ve çocukları, Kıbrıs’a Mağusa limanından ayak basarlar. O dönemde İngiliz idaresinde bulunan adada ilk başta kırk günlük bir karantinaya tabi tutulurlar. Alanya’daki varsıl çiftlik hayatı geride kalmıştır artık. Kendileriyle aynı kaderi paylaşan akraba ve hemşehrileriyle çadırlarda barınmaya razı gelmekten başka çare yoktur. Neyse ki kırk günlük süre sonrasında Yunanistan’ın Anadolu Rumlarına kucak açtığı, onlara ev, toprak verdiği vb. haberlerini getirir, İngiliz yetkililer. Seçme şansı Rum mültecilerin özgür iradelerine bırakılır. Birçokları Yunanistan’a gitmeyi tercih ederken, yeniden yollarda sefil olma, karantina vb. süreçlerden gözü korkan Maria çocuklarıyla birlikte Kıbrıs’ta kalmakta karar kılar. Anadolu’dan Yunanistan’a giden Rum mültecilerin orada “Türk tohumu” diye horlandığını işitmesi de, bu yönde bir karar almasında rol oynar. Üstelik Kıbrıs’ta yerli Türkler ve Rumlar birlikte dostça yaşamaktadır. Tıpkı eski güzel günlerde Alanya’da olduğu gibi. Dolayısıyla aile yeni yaşamlarına merhaba diyecekleri Lefkoşa’ya doğru yola koyulur, liman kenti Mağusa’dan.

Olay örgüsünün asıl kemikleştiği mekân Lefkoşa olur, romanın ileriki sayfalarında. İlk günlerde çekilen sıkıntılar, yokluklar, sıla hasreti… Gitgide kurulan yeni yaşam, etraftaki herkesin iyi olmasından duyulan teselli: “Fakat burada herkesin iyi olması, onun için bir teselliydi. Türkler de Rumlar da.”(s.35) Derken önce Rumların İngilizlere karşı ayaklanması, “Enosis”i yani adanın Yunanistan’a bağlanmasını savunmaları. İlkin İngilizlerle, ardından da Türklerle patlak veren çatışmalar.  Sonuç olarak da adayı günümüzdeki çözümlenemeyen bölünmüşlüğe sürükleyen olaylar silsilesi. Tüm bu tarihi, siyasi ve toplumsal gelişmelerin ötesindeyse, merkezde Maria Kourkusoğlu olmak üzere aile bireylerinin ve onların yaşamlarına değen diğer yan karakterlere ilişkin bir dolu insancıl hikâye. Türk, Rum, Ermeni, İngiliz vb. çeşitli etnik kökenden gelen kişilerin kurduğu çok kültürlü yaşam mozayiği. Etnik düzlemde topluca muhafaza edilemeyen dostluk ilişkilerinin bireylerin oluşturduğu daha küçük çemberler içerisinde tıkır tıkır işleyişi. Ve ırk ya da din farkına aldırış etmeden birbirine sevdalanan farklı cemaatlere mensup gençler… Birbirinden ayrık gibi görünen tüm bu minik unsurların ustaca bileşiminden okunmaya ve üzerinde tefekküre dalmaya değer bir eser kotarmış yazar.

Antalya’nın Doğusu Lefkoşa’nın Kuzeyi tarihi bir roman izlenimi verse de aslında biyografik / anı roman türü kapsamında değerlendirilmeli. Bu kanaate varmamızın sebebi, eserin sözceleme öznesinin (anlatıcının), başkarakter Maria’nın (erkek) torunu olduğuna dair anlatı geneline yayılan ipuçları. Yakın geçmişin hamurunda yoğrulmuş olay örgüsünde birçok kişisel tanıklıklar barındırıyor roman. Kalplere kazınan anıların kuşaktan kuşağa aktarılma serüveni, nihayetinde yazına iliştirilerek sonsuzluğa eklemleniyor. İrili ufaklı dalgalar, okurun yüreğine akmak için can atıyor…

------------------------------------------------

Not: Yukarıda kısaltılmış haliyle sunulan yazının bütünü, önceden Evrensel Kültür dergisinin 289. sayısında (Ocak 2016) yayımlanmıştır.

(i) Antalya’nın Doğusu Lefkoşa’nın Kuzeyi, OPM ve Ruffel ortak yayını, İstanbul, 2015.

(ii) Helen Anadolu Savunma [Mikrasiatiki Amina] Örgütü. Yunan tarihçileri, örgüt temellerinin 1921 Ekim’inde atıldığını kaydetmektedirler. Örgütün amacı Anadolu Rumlarının direnişini örgütlemek ve Batı Anadolu’da otonom bir devlet kurulmasına dönük bir etkinlik ortaya koymaktır(Aktaran Nilüfer Erdem, “Yunan Kaynaklarına Göre Batı Anadolu’da Otonom Devlet Kurmaya Yönelik Faaliyetler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi 29 Güz 2014, ss.97-140; Hr. Em. Aggelomatis, To Hroniko Megalis Tragodias [Büyük Trajedinin Tarihi], 2i Ekdosi [2. Bsk.], Ekdosis Estia [Estia Yayınları], Athina, 1971, s.59.)

Bu haber toplam 1531 defa okunmuştur
Gaile 357. Sayısı

Gaile 357. Sayısı