1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Umutluluk
Umutluluk

Umutluluk

Umutluluk

A+A-

Münevver Özakalın
 

Bir apartmanın üçüncü katındaki bir evden, dost sohbetinden çıkmışsın.... Evin kapısından gülümseyerek çıkıyorsun... Güzel geçmiş dost sohbetin... Hızla merdivelerden aşağıya inmeye başlıyorsun, gülümsemeye devam ediyorsun. Sonra aniden ışık sönüyor, hızın kesiliyor, duruyorsun... Önce hafifçe kapatıp açıyorsun gözlerini, karanlığa alıştırmaya çalışıyorsun. Sonra, sırası ile düşünceler geliyor; tutup sarsan, sarstıkça yavaşlatan. Kapı kapanalı uzun zaman olmuş mudur?.. Biri var mı “ışık”ları açabilecek? Anlık gidip geliyor bu sorular... Ama yok, cevapsızsın!
Yapabilirim diyorsun, dönüşüyorsun düşüncelerinde... Sonra, el yordamı ile trabzana, ayak yordamı ile de basamak bitişlerine ulaşmaya çalışıyorsun... Hızın değişken, adımların düzensiz ama daha emin yolunu bulabilirsin... Biliyorsun, yolunu bulabilirsen, o kapıya ulaşabilirsen...
Dönüşebilmek, yol’da olabilmek, değişebilmek ya mesele... Umut tam o’rda işte... Ulaşabilirsen, yol’unu bulabilirsen... Kelimeler düşerse... Dilek şart kiplerini bol kepçeden savuruyorum....
Peki; çoğu kişinin sandığı gibi dileklere ve isteklere sahip olmak mıdır umut? Ve haliyle umutsuzluk; dileklerimizin, isteklerimizin, beklentilerimizin veya tahminlerimizin bittiği yerde mi başlar? Böyle olsaydı “beklenti” kartlarımızda biriktirdiğimiz “istek”lerimiz yerine gelseydi umut dolu hayatlarımız mı olurdu?

Öncelikle;
-istek, dilek, beklenti, umut  herkesi ait olduğu odaya etraflıca bir dağıtalım... Aynı çatı altında, ev ahalisi boy sırasına göre; kısadan-uzuna! ;
İstek; bembeyaz kağıtlarına yazdığı şiirlerinde sadece rakamları kullanan, toplayan-çıkaran-bölen ve çarpıp çarpılan gözlüklü, hafif göbekli-midesine biraz düşkün de kendisi-bir acemi şair! Denklemleri üzerine yoğunlaşır, genelde şiirleri bağıra çağıra okur! Bir... ki... üç... tıp! Artı... sonrasında artamadı, kalan: hep bildiğin rakam!
Dilek; sandıklı odasında sallanan sandalyesinde oturur... Yaşça ev ahalisinin en büyüğü, fakat renkçe pek bir parlak... Kumaşlarını bahçede kendi için ektiği ağacın üzerinden özenle toplar ve diker... Fakat sandıklarında biriktirdiği kumaşlar değil “yaşanmışlık”lardır... Ve onlara da bir kereden fazla el sürmez, eğer dokunursa “eski”lere seyri değişecek diye düşünür, gelecek anıların ve geçmişin de başka bir şeye dönüşmesinden korkar. Pembe-beyaz bulutlara sıkça dalar gözleri ve o bulutlardan her damla yağmurda yıkar kendini... Özenle...
Beklenti; hepimizin sert bakışlarına kandığı, güçlü zannettiği ama zayıfça ve genç aslında... Gözleri yaş’lı... Genelde odasında kırık beyaz örtülü yatağının ayak ucunda oturur, dirseği yatağın trabzanına dayalı-ayni elinin yumruğu ise çenesinde... Gözleri yakınlara dalsa da uzakları düşünür...Ve evdeki her kapı gıcırtısına, her sese karşı iç’in’den birşeyler kurgular... “Yükle”ndikçe ağırlaşır bedeni, en melankolikleridir ev sakinlerinin vesselam!

Ve en uzun uzadıya “umut” vardır bir de... O, hep vardır ya! Neyse... Tül perdeli odasına güneşin sızmasına hep izin verir, siyahın tezatı vardır ne de olsa! Sistemlidir ama planlı değil... Gökyüzü gibi... Özellikle deniz manzarasının keyfini solur günde... Güneş doğmaktadır bazen istemese de, her müziğe uygun bir sesi vardır – kararınca sessiz, kararınca ses’ten bol- dik duruşlu parmak ucu adımlıdır... Ve kan her daim akmaktadır ta ki bilinmezliğe. Mutlaka ama mutlaka acıkacağını bilir ölüm orucunda olsa bile. Değişimi kabul eder, her daim kapısı açıktır, değişmeyen tek şey bazen umut kardeşin görünmez oluşudur gözümüze... Düşlerini kurarken kendini görür bazen, görmese de bilir ki mutlaka ilişiktir, ilişik yaşamayı sever gerçekliğe... Kendini kişinin görüş alanına bıraktığında yoğun bir canlılık, yoğun bir duyarlılık ve akılcılık sağladığı hissedilir.
Lakin edilgin olunduğunda, umuda karşı durulduğunda; sadece monoton dünyanın bir parçası oluverir, akışın farkına bile varmaz kişi...
Dilek, istek ve beklentinin teğet geçtiği zamanlar mutlaka vardır umut’un yanından fakat, başka bakış açılarında onlar ordadırlar aslında...
“Neyi arıyorsan sen O’sun” der Mevlana...

Özgürlüğün peşindeysen özgür, zulmün peşindeysen zalim, sonsuzluğun peşindeysen sonsuz... Her arayışın, her sorgulamanın, her yolun sonunda “kendimiz’iz” ulaştığımız aslında... Tüm sorgulamaların, tüm soruların, tüm monotonluk kırma çabalarının sonunda ulaşmaya çalıştığımız; cevaplar veya hedefler değil belki de...
Bir ışık, bir buluttan doku buldukça açılır da açılır ruhlarımız... Biliyorum ki kapıya ulaşmak önemli ama ulaşabilmek için kendinde bulabildiğin cesaret ve yolda olma isteği paha biçilmez bir dönüşmek değil midir? İnanmakla hareketlenmez mi kişi? Umut inançlarınla sarıldığın bir “yok”luk duygusu değil midir?
Başlangıçta kaos vardı diye başlar mitolojiler hep. Pandora, kutunun kapağını açtığında herşey bir anda yeryüzüne dolarken bir müzik çalarmış...

Sonra ardından kocaman bir sessizlikte, başka "yol"lar bulanmış... Ermişin biri de dillendirmiş ki; Pandora'nın Kutusu'nda bir umut yaşarmış; kanatları gece mavisinden, şeffaf bir kelebekte tecessüm olmuş umut... Pandora bir "umut"tan tanrıça iken, geceden-kaostan-ölümden doğmuş... Doğuşuyla kaos, oluşuyla "yol" olmuş... Bir günün parmaklarından sayı belki... O parmaktan sayıları saymamış...
... ardından kocaman siyah giymiş ülkelerden bir müzik yükselir ve "pandora"nın kelebeğini çağırırmış... Masallar hep bilmediğimiz bir yerden yakalarken "an"ları böyle bir müzikte ne yapılacağını bilemeyen kelebek dudağını ve bedenini bir "arı" kraliçeye dayarken, bile bile "yol"da başına gelebilecekleri ama yol'da olmanın zahmeti ile, "son"ları düşünmeden her seferinde "ari" bedenden kendini bırakırmış...

Bir müzik neler bırakır ruha, kelimelerden kendini kopardığın "an"dan başka... Herşeyi barındırırken... Tüm düşünceni verirken her bir notaya, teker teker... Az-uzun, özenli-özensiz...
Kendiliğinden san'dıkları, kendiliğinden merak ve umutları aslında... Bundan hep müzikten, notadan aradıkları... Arayıp da bulamamaktan korkmadıkları...
Bir adım... Bir adım daha... Doğuşlarında vardı ölüm... Doğuşlarında kaos ve "yok" olmaya defnedilmiş bir var "olmak"...

İsimler birikirken duygudan bol bedenlerinde, "yok"tan "var" olmak değil mi aslında hem sandıktan uçurdukları, hem sanıp da telaşla sakladıkları, hem de kulağımıza notadan fısıldadıkları o en bildik "yol" haritasını...
Beklemeden umdukları... Sıçrayarak evvela kendinden buldukları...
Her masalın sonunda elma düş'leri ile uykudan kaçtıkları...
Kaçtıkça hep daha yakına vardıkları...
İsyan etmekten korkmamayı öğrenmeli evvela ve ezberlenmelidir ki karar vermeden önce hayat mutlaka denenmeli, çünkü umut hep var aslında...

Bu haber toplam 1369 defa okunmuştur
Gaile 323. Sayısı

Gaile 323. Sayısı