1. YAZARLAR

  2. Sinan Dirlik

  3. TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK YETMİYOR…
Sinan Dirlik

Sinan Dirlik

TEHLİKENİN FARKINDA OLMAK YETMİYOR…

A+A-

İslamofaşizm hayatın her alanındaki sinsi yayılmacılığını sürdürürken toplumun laik kesimleri haklı olarak endişeleniyor. Endişelenmekte haksız değiliz fakat bugüne dek olduğu gibi bundan sonra da haklı olup olmadığımız değil, mevcut durumu değiştirmek için ne yaptığımız önemli…

Bugüne dek “tehlikenin farkında mısınız?” söylemiyle meram anlatmaya çalışanlar, İslamofaşizm nobranlığını her geçen gün daha sert örneklerle sergiledikçe öfke patlaması yaşıyor ve “kahrolası liberallere” lanet okuyorlar. (Buradaki “kahrolası liberaller” yüz ekşitilerek, tükürür gibi, dişlerin arasından seslendirilecek!)

Kahrolası liberallere günde 5 vakit lanet okumak, İslamofaşizmin hayatın her alanına sızmasını nefretle kısılmış gözlerle izlemek “tehlikenin farkında olduğumuzu” gösterse de, tehlikeyi ortadan kaldırmak için mücadele verdiğimiz anlamına gelmiyor. Hatta laf aramızda daha tehlikeli bir duruma, “mış gibi” yapıp, konforlu hayatlarımıza devam ettiğimize işaret ediyor. “Çaresizlik”, siniklik, çıkış yolu bulamama halimiz o boyutta ki, 21. Yüzyılın ilk çeyreğini devirmeye giderken, en solcumuzun bile dönüp dönüp “sarı saçlım, mavi gözlüm nerdesin?” nakaratından gayrı sarılacak bir şey üretemediğine işaret ediyor. Hatta daha da vahimi, derdin İslamofaşizm değil, sadece İslamcılık olduğuna, işin faşizm boyutunun çok da rahatsız edici bir öncelik olarak hissedilmediğini düşündürüyor…

İslamcılığı şoven milliyetçilik ve otoriterizmle harmanlayarak kurulan yeni İslamofaşist rejimin kadınlardan eşcinsellere, Kürtlerden sosyalistlere, işçilerden çevrecilere, her yaştan çocuklardan kültür-sanat insanlarına kadar en geniş kesimlere yönelik topyekûn saldırısı bir bütün olarak ele alınmıyor. Her bir saldırı arasındaki ideolojik ve sistematik bağı, ilişkiyi kuramadığımız noktada, saldırıyı sadece kişisel ya da grupsal hassasiyetlerimizle sınırlı biçimde algıladığımız noktada başlıyor asıl tehlike…

İstanbul’dan Diyarbakır’a, Artvin’den Mersin’e, hatta Saraybosna’dan Lefkoşa’ya kadar uzanan geniş bir coğrafyada kadınıyla erkeğiyle, çocuğuyla eşcinseliyle, işçisi, memuru, işsiziyle, Türk’ü, Kürd’ü, Laz’ı, Çerkes’i, Ermeni’si, Rum’u, Yahudisi, Kıbrıslısıyla, deresi, ormanı, gölü, deniziyle, kurdu, kuşu, balığıyla soluk alıp veren herkes, her canlı; hatta kültür varlıklarıyla, tarihi eserleriyle her şey İslamcılık ve şoven milliyetçiliğin hibrit formu olan İslamofaşizmin ağır saldırısı altında…

Karadeniz’in dereleri de, Hasankeyf’in dinamitlenen tarihi dokusu da, beton tarlasına dönüştürülen İstanbul’un Taksim Meydanı da, zorla boşaltılarak yıkılan Diyarbakır’ın Sur’u da, maden uğruna tecavüze uğrayan Kaz Dağları da, termik santral için yok edilmek üzere gün sayan İğneada longozu da, yakılan Dersim ormanları da aynı kaynaktan saldırı altında…

Bilim de, sanat da, kültür de, eğitim de, özgür düşüncenin tüm yaratı alanları da aynı kaynaktan saldırı altında…

Şort giydiği için saldırıya uğrayan kadınla, ensest tecavüze uğrayıp “namus uğruna” gencecik kızları katledenler de; Kur’an kurslarında, tarikat yurtlarında erkek çocuklara uçkur çözen de aynı kaynaktan cüret buluyor.

Her birimiz kendi kozalarımızdan bakarak bir bölümünü, sadece bizimle ilişkilenen, bize saldıran yanını gördüğümüz İslamofaşizm, tek tek, grup grup, sınıf sınıf her birimize saldıran çok kollu bir canavar…

Tehlikenin büyüğü, ezilenlerin, saldırıya uğrayanların, parça parça yok edilenlerin, bölük bölük sindirilenlerin birbirlerine duydukları öfke, güvensizlik ve nefret yüzünden mücadele ortaklığını geliştirememesi… Tehlikenin büyüğü, İslamofaşizmin tam da buradan, saldırdığı kesimlerin birbirine olan güvensizliğinden, öfke ve nefretinden yararlanarak sızma, yayılma alanını genişletebilmesi…

Tehlikenin büyüğü Kaz Dağları yakılırken de, Dersim dağları yakılırken de aynı acıyı duymamak, aynı çığlığı yükseltmemekte…

Tehlikenin büyüğü tarlabaşı yıkılırken de, Sur yıkılırken de, Hasankeyf dinamitlenirken de aynı acıyı duymamak, aynı çığlığı yükseltmemekte… 

Tehlikenin büyüğü, İslamofaşizmi bir sistem, bir heyula olarak görülüp, ortak mücadele zemininin geliştirilememesi, bunun yerine görüngülerle, tali olanla, her biri aslında kendileri de birer kurban olan dindarlarla didişmekte…

Tehlikenin büyüğü, “sarı saçlım, mavi gözlüm” nakaratının ötesine geçememekte ve geçen yüzyılın şartlarında oluşturulmuş katı laikliği, cumhuriyetçiliği 21. Yüzyılın demokratik, özgürlükçü değerleriyle ele alamamakta…

İslamofaşizmi kazıdığınızda altından buz gibi bir ihanet, buz gibi bir işbirlikçilik, buz gibi bir doğa ve insan düşmanlığı çıkıyor ki onun bu çirkin yüzü, İstanbul’dan Diyarbakır’a, Sinop’tan Mersin’e, Saraybosna’dan Lefkoşa’ya soluk alıp veren herkes için aynı rahatsız ediciliği barındırıyor. Yeter ki bu geniş coğrafya da tek tek tehdit edilen ve saldırıya uğrayan herkes tehlikenin tek bir kaynağı olduğunun ve bu kaynağı kurutmanın sadece ve sadece çok geniş, çok zengin, çok çeşitli, çok renkli, çok kültürlü, çok dilli, çok inançlı bir mücadele hattının oluşturulmasıyla mümkün olduğunu görebilsin…

İslamofaşizmle mücadele, din ve dindarla kavga etmek değil… İslamofaşizmle mücadele; din ve milliyetçiliğin bu en pespaye hibrit rejimi karşısında akılla, vicdanla, bilimle, çoktandır çoğumuzun unuttuğu “ilkesel tutumla” ama en çok da daha fazla özgürlükçülükle, daha fazla demokrasiyle mümkün…

Bu yazı toplam 6139 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar