1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. SON SESTE BİR ÇAĞRI
SON SESTE BİR ÇAĞRI

SON SESTE BİR ÇAĞRI

SON SESTE BİR ÇAĞRI

A+A-

 

Aliye Özsoylu
S_4freedom@hotmail.com

Odanın en bucağında bir müzik kutusu var, devamlı aynı şarkı dönüp duruyor, boş ve karşılıklı iki bar taburesi, duvarda rengârenk karışık fırça darbeleri, kendini bilen bir şişe şarap, hepsi olması gerektiği yerde bekliyorlar. Bir kadın giriyor içeriye ve yüzü kapıya bakacak şekilde oturuyor tabureye. Çok bekletmeden adam da geliyor ve kadından kendisine kalan tabureye yerleşiyor, sırtı kapıya dönük… Kadının kafasının içi burası kapıya gözünü diken taburede yer kapması ondan, giren çıkanı kollamak istiyor. Kadın; adamın doldurmuş olduğu kadehlerden birini alıyor eline ve bir yudum sonra sorusunu soruyor: “Tamam mıyız?” Kadehi bırakıp ellerini birleştiriyor, hafif öne doğru eğilerek adamın gözlerinin içine bakıyor ve başlıyor kulağına değenleri anlatmaya… Adamın gözleri çok keskin, kadının da kulakları… Yaşama dair çıkarımlarını birbirleriyle paylaşırken kulağın duymadığı ile gözün görmediği eksikler tamamlanacak. Gözün gördüğü, kulağın duyduğu ve ellerin dokunduğu her şey temalı bir muhabbet dönecek aralarında. Acayip fırlama bir hikâye çıkıyor ortaya; dinleyin istedim.

İnsanoğlu; milyonlarca spermin içerisinden yarışı en önde tamamlayıp rahime düşenlerin toplamından oluşur. Hatalı, defolu, eksik, kirli ve sağlam hiç fark etmez; hepsi ayrı ayrı şampiyondur. Böyle doğar insan, kazanarak… Bu bilinçle yaşamayı becerebilene kaybetmek sakız çiğnemek gibidir. Geri dönüşlerin gücüne inanır ve kaybettiğini kazanmak için mantık dışı bir dinginliğe sahip olur. Başararak doğduğu ve hayatı başarısızlıkla noktalamamak için sakızın yapışabilme ihtimalini göz önünde bulundurmak gerekir ve göz önünde tutulan bir şey istense de göz ardı edilemez. Yani insan; kaybedebilir. Doğuştan birinciyken kimi zaman hayatın içerisinde ikinci kalmayı becerebilmek de şanına yakışan bir şeydir. Birini ve bir şeyleri istemeden ve zamansız kaybetmek mecburi ikinciliklerimizdir. Mecburi ikincilikler kaçınılmazdır çünkü hiç kimse ve hiçbir şey sonsuza dek var olmaz. Atlatmak ve yeniden başa dönmek zaman alır ama sonunda yok oldukları gerçeğine varırız. Kazanmayı huy edinmek şanlı ikinciliklerle başlar. Arkaya bakmaz ve kaybedebildiklerine hayıflanmazsa insan kupa töreni sancısız olur. Bazı durumlarda kaybedebilme ihtimalini dahi kabullenmek diri tutar, tat aldırır ve ileriye baktırır. Kadının introsu bu cümlelerdi. Bodoslama ve izin istemeden böyle başladı söze. Nasıl olsa cümleler cinsiyetsizdi ve kibarlık olsun diye erkeğin ona “sen başla” demesini bekleyemezdi. İki şarap kadehinin tam ortasında bir sıfat vardı; insan… Adamın bu sıfatı cümle içerisinde nerede ve nasıl kullanacağını merak ediyordu. Soluklanıp dinleme sırası ondaydı ve adamın boğazından geçen yudum sesini duyduğunda hazırdı.

Kazanmak; kaybedenle ödüllendirilir. Kaybetmek de; kazananla cezalandırılır. Birbirini tamamlayan zıt kutuplar klişesine uygun olarak davranır ve böyle var olurlar. Birini tanımlamak için diğerini mutlaka cümle içerisinde kullanmak gerekir. Birbirine benzemeyen ama aynı zamanda birbirinden vazgeçemeyen bu iki olgu; hayatın içerisinde tüm canlılarla en az bir kere karşılaşır. Hangi canlı için hangisinin süreklilik kazanacağı ilk tanışmalarına bağlıdır. Alışkanlık ölümden beterdir ya; her ikisiyle de sıklıkla buluşmamak gerekir. Kaybetmekle birkaç kez yolunuz kesiştikten sonra hangi yönden çıkmanız gerektiğini bilirseniz diğer randevulara vaktinden önce ve hazırlıklı gelirsiniz. Kazanmak, daha çabuk bağımlılık yapar, iyi taraf olarak nitelendirildiği için daha umursamaz ve vakitsizdir. Siz vaktinde orada olurken o hep geç gelir. Gelmesi için hep fazladan bir çaba göstermenizi bekler ve geldiğinde de bir “oley” çığlığıyla işi bitirirsiniz. Bir sonraki sevinç gösterisi için doyumsuz hissedersiniz.

Kazanmak ve kaybetmek birebir buluşmaların ardından kendileriyle görüşmeyi ihmal etmezler. Hangisinin göğsü kabarmışsa o şekilde bir edayla yürüyüp diğerine izlettirme gelenekleri vardır. Günü böyle bitirir ve ertesi güne farklı yerlerde aynı yürüyüş şekliyle başlarlar. Salaş bir tavırla özetliyor adam durumu. Mademki söz kazanmak ve kaybetmekten açılmıştı; giderken “insanca” kazanmayı kafasına koymuştu. Onlardan bahsederken gözünü kadına dikmesi ondan.

Birlikte, beraberce yaşayabilmeyi bir türlü beceremeyen, dünyayı hayretler içinde bırakan ve bir türlü paylaşamayan insanoğlu; bireysel olarak elde edilen kazançları genellikle toplumsal bir kaybedişle takas eder. Bunu tercih eder ve bilerek isteyerek anlamsız bir çöküş yaratır. Hâlbuki güzel ve yararlı kazanımlar bunu elde etmeyi başaramayanlar için bir aşı niteliğinde olmalıdır. Önemli olan ne kadarını salgın haline getirme isteğidir. İyi bir şeyleri başkalarına bulaştırmaya kıyamamak kaybetmenin babası sayılır. Kucağınızda kendi çocuğunuz gibi büyütmeye devam etmek yerine sokaktaki yaşamla tanıştırın onu, diğerleriyle karşılaştırın, böylelikle küçük kazananlardan devasa bir huzur mahallesi elde etmiş olursunuz. Kafayı değiştirdikten sonra her yer herkesindir. Kazananla kaybedeni birbirine katlanılır kılabilmek de bu kafaların işidir. İngiliz kraliyet ailesinin kucağındaki küçük prensin sallamış olduğu el; Suriye’deki Ümran’ın yüzüne aynı sadelikle değebilirse işte bu toplumsal bir kazanma olur ve de bunu fark edip ikisini ayrı yerlerde aynı zaman diliminde hak ettikleri uykuya daldırmak, uyandıklarında gülümsetebilmek de insani bir kazanımdır; bulaşıcı olmalıdır ve olmayanlara acilen damardan verilmelidir. Ne zaman ki insan; kendi başarısızlıklarını başkalarının mecburi kaybedişleriyle kıyaslayıp basitleştirir; o zaman keskin olan kulaklar, devasa bir kazanma çığlığıyla kendine gelir. Kaliteli bir karışım elde edebilmek için yakınlık ve uzaklık derecesi kıymetli değildir; farklı coğrafyalarda olmak, aynı olmayan kültürlerde yaşamak, alakası olmayan alfabelerden kelimeler kullanmak ve daha birçok ilgisi olmayan şeyler buna engel değildir. Göz uzağı görebiliyor ve kulak uzaktan davulun sesini hoş karşılayamayabiliyorsa, ortak noktanın her şeyden önce insan olmak olduğu akılda kalıcıysa sallanan el bir başka topraktaki ağlayan yüze değebilir. Portekizli Ronaldo’nun yüzü Lübnanlı Omar’a sarılırken kızarabiliyorsa hâlâ kazanan bir yüz var demektir. Kaybettiklerine karşılık bir çocuğa Ronaldo sarılması hediye edilirken her şeye rağmen ısınabiliyorsa insan kalmayı başarabilir demektir. Herkes Mersin’e giderken tersine giden İzmir kızı Sıla; tüm saçmalıklara rağmen akıllıca davranıp doğru bildiği sözün arkasında duruyorsa; sözler de kazanır demektir. Ağrı Dağı’ndan aşağılara inip bir ses yarışmasına katılan Alpaslan Adsay; Athena Gökhan’ın yüreğine çarpıyor ve nasıl bir etki yarattığının farkında olmadan o kadar sahte ışıkta o kadar kalabalıkta “vallahi nasıl söyledim bilmiyorum abi; gözlerimi kapattım o kadar” diyebilecek kadar doğal kalabildiyse böyle insanlar bastığı her yeri güzelleştirebilir demektir. Tiyatroyu mahkûmlarla tanıştırmayı becerip bir de onların çocuklarını öz evladı sayıp tüm sorumluluklarını üstüne alabiliyorsa Turgay Tanülkü; alın teri kazanabilir demektir. Tüm olumsuzluklara rağmen Pharrell Williams “Freedom” diye çığlık atabiliyorsa şarkısında ve Duman sahnede “Baltalar Elimizde” şarkısını gülümseyerek yasak tanımaz bir tavırla söyleyebiliyorsa ortalık biraz toparlanabilir demektir. Dünya üzerinde yaşamış ve şu anda yaşamaya devam eden daha birçok sıradan insanlar var böyle anlatmakla bitirilmeyen. Kazandıklarını kazandırdıklarıyla değerlendirmeyi tercih eden, kendine saklamayan bu kişiler; tüm kaybedişlere rağmen meydan okumaya heveslendirenlerdir. Kazananların yüzleri güler hep; para alırken, konuşurken, tutuklanırken gülümsemeyi ihmal etmez çünkü kazandığından çok kazandırdıklarının peşindedir; takibini yapar, kazandırabildi mi ona bakar. Kadın; biraz daha dikleşip taburede “kaybedenlerin yüzünü senin gözlerinle görmek istiyorum; anlat bana” der ve boş kadehi masaya bırakarak adama gülümser.

Topluma kaybettirenlerin sadece bir yüzü yoktur. Tek bir tanım yetmez onlara, küfürlere sığdıramazsın, yaşattıkları bir müddet için umudunu tüketir. Şahit olmak zorunda kaldıkların, aynı dünyada evinde otururken başka yerlerde hiç karşılaşmadığın insanların kaybedişlerini izlemek mide bulandırır. Kimileri bir zaman sonra alışkanlık haline geldiğini düşünen bu yüzsüzlüğü sindirip duyarsızlaşmayı tercih eder; kimileri de direnir alışmamaya, anlatmaya, konuşmaya devam eder. Yapılan tercih; gece nasıl bir uyku uyuyacağına etki eder. Tercih ettiğin tavrın çokluğu da ne kadar kaybedip ne kadar kazanacağını söyler. Milyonların içerisinde yaşayan ve hiç göze batmayan Ali İsmail Korkmaz’ın döverek öldürülmesini hazmedebiliyorsan kaybettin demektir. Ekmek almaya giderken öldürülen Berkin Elvan’ın annesini yuhalatan zihniyete alkış tutabiliyorsan çok fazla kaybettin demektir. Kim olursa olsun; göz önünde olan bir adamın yine göz önüne ilk kez çıkardığı karısının kılık kıyafetine bakarak “hizmetçisini getirmiş” diye dalga geçebiliyorsan sen de kaybettin demektir. Levent Üzümcü, Genco Erkal gibi kocaman adamları küçücüklermiş gibi göstermeye çalışan, kapılarını kapattıran akıl fukaralarına “bravo” deyip akıl tutulması yaşıyorsan kazanmaktan bayağı bir uzaksın demektir. Dibinde, komşunda patır patır çocuklar ölürken sanki bu dünyada yaşamıyormuşsun gibi davranarak kıyıya cesetler vurunca farkında oluyorsan büyük kaybettin demektir. İnsanlık olarak yaşadık bunları; daha önce de yaşadık şimdi de yaşıyoruz. Garip ataklar geçiriyoruz, nefessiz kalıyoruz ama bir şekilde nasıl oluyorsa unutup bozuk sağlığımızı iyileşiyoruz. Doğanın bizden aldıklarına afet diyoruz ama bizim kendimizden götürdüklerimize bir teşhis koyup da kendimize gelemiyoruz. Kendini kaybetmek böyle bir şey işte… Bir çocuğun büyüyünce ne olacağından korkuyorsak yetişkinlere güvensizliğimizden; büyümeden yok ediyoruz. Hepimiz yapıyoruz bunu; yüzsüz kaybedenlere katlanmayı tercih ederek, hiçbir şey yapmayarak, yapmaya çalışanları da öcü ilan ederek yapıyoruz. “Dünyanın anahtarı kayıp, canavarların elinde” diyordu okuduğum bir kitapta; yüzümüzü kaybetmemiz bundan. Kayboluşlar erken ve çok fazla, bu yüzden bir yüz çizemem sana diyor adam kadına. Ama şunu söyleyebilirim ki; herkes kaybetmez, eninde sonunda bir kazanan çıkar ortaya ve dünya kurtulur. Çünkü erken gidenler kazananlardır ve arkalarında yaşlanmayan düşünceler bırakır. Sahip çıkanlar olduğu sürece yaşatılırlar ve onlardan korkanlar sonunda kaybedişleriyle baş başa kalırlar.

İkinci boş kadeh de kondu masaya. Yavaş yavaş kalktılar ayağa; insanca kazanmayı başarabilen herkes gibi biraz yorgun, az biraz umutlu ve de her şeye rağmen gülümseyerek kapıya doğru yürüdüler. Fonda devamlı çalan şarkıyı da mırıldanarak; “Kız en güzel, en hafif giysisini giymiş; oğlan renkli bir dünya boyamış, kapkara kapılar sormuşlar onlara; ‘Ayıp olmaz mı? Bu işler o kadar kolay mı?’” … Çıktılar kafamın içinden. İkisi başka ülkelerde yaşıyorlar aslında ama aradan çok uzun zaman da geçse bir araya geldiklerinde kaldıkları yerden devam ediyorlar. Bu yüzden hangisinin söze başlayıp hangisinin sözü bitirdiği önemli değil; kulaklar ve gözler doysun yeter. Kaybedenlerin yanında olmayan ama kazananları da kendi yaşadıkları dünyada tutamayan neslin kadın ve erkeğinin ağzından dökülenlere eşlik etti zihnim. Karmaşık bir kazanan kaybeden ilişkisinde kırılıp dökülenleri ve yeniden yapıştırılabilenleri tartıyorum. Bakıyorum da; insanlık doğup büyüdüğü bu yola fazla kaybedip az kazanarak devam ediyor. Hayalimde bir sihir dükkânı var; o kaliteli karışımdan her biri için bir doz var biliyorum; bulunur ve inadına kazanır insanlık diye umut ediyorum. Bulunmazsa; “Ayıp Olmaz Mı?”…

 

 

Bu haber toplam 2001 defa okunmuştur
Gaile 384. Sayısı

Gaile 384. Sayısı