1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Solcu Olduğuna İnanmanın Kolaycılığı Üzerine Etiketler, Etiketler, Etiketler
Solcu Olduğuna İnanmanın Kolaycılığı Üzerine Etiketler, Etiketler, Etiketler

Solcu Olduğuna İnanmanın Kolaycılığı Üzerine Etiketler, Etiketler, Etiketler

Günümüzde ilerleme geçmişle hakiki bir bağ kurmadan, kökensiz bir sürüklenme haline gelmiştir. Günleri, mevsimleri, yılları yaşanmışlıklarla üst üste koyarak var olur ve ilerleriz. Geçmişte sorduğumuz soruları çözeriz ve yeni sorular sorabiliriz böylece.

A+A-

 

 

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

Çok şeyin anlatılabildiği, yaşanabildiği bir noktaya gelmek, bir noktada dururken çevreme sonsuzca açılan olanak, seçim ve yönleri görebilmek. Yaşamın heyecan dolu ve bitmesi istenmeyen, bitip bitmemesiyle ilgilenmeyecek kadar yaşanmaya dalınmış bir macera olması. Yaşamın en küçük ve önemsiz parçalarından en büyüğüne kadar birbiriyle bağlantılı, birbirini iten, dürten, besleyen, var eden bir devinim olması: Herhangi bir konudan başlayıp en bireysel ya da en toplumsal boyutlarla bağlantı kurarak açılmak. Bu ruhla siyasi yelpazenin anlamını tartışmak istiyorum. Bir karara varmak için değil. Sadece bir karara varmanın ne kadar zor olduğunu görmek için. Sol nedir? Sağ nedir? Dar anlamıyla ya da geniş anlamıyla nedirler? Benim her günkü yaşamımla bağlantısı nedir solcu ya da sağcı olmanın? Gerçekte var mıdır böyle bir şey? Solcu olmak ezilenlerin bir zaman sonra ezen olduğu bir dünyada sadece geçici tavırlar mıdır üstümüze yapışan? Sorun solcu ya da sağcı değil kendi aklıyla davranan, kendi istencini başkalarınınkine teslim etmeyen bireyler olabilmemizde. Kendi bireyselliğini bulan bir insan değişen koşullara göre tutumunu koruyabilecek, kimsenin dümen suyuna mahkum kalmayacaktır.

Oysa bizi sol ya da sağdan birini seçmeye zorlayan siyaset yapıcılar birey olmamızdan hoşlanmayacaktır. Onlar tarafından güdülebilmemiz için bir tarafı seçmek zorunda bırakılırız.  Bakınız Ortega Y Gasset ne diyor:

“Biri bize politikada ne yanda olduğumuzu sorduğunda ya da çağımızın saygısızlığıyla sormaya da gerek görmeksizin bize bir siyasal etiket yapıştırdığında, o saygısıza yanıt vermek yerine şunu sormalıyız: Acaba kendisi insanın, doğanın, tarihin ne olduğunu, toplumun, bireyin, topluluğun, devletin, göreneklerin, hukukun ne olduğunu düşünüyor? Politikanın huyu, bütün kavramlar karanlıkta birbirine karışsın diye alelacele ışıkları söndürmektir.” (Kitlelerin Ayaklanması syf. 24)

Bir şeyin anlamını daraltıp ona her ülkedeki siyasi yapıya göre bir anlam mı verilmeli? Yoksa genel, evrensel, tarihsel genellemelere ulaşılabilir mi sol ya da sağ hakkında? Koşullar değiştikçe sol sağ, sağ da sol olabilir mi? Solcu ya da sağcı olmak birilerinin yazgısı mıdır? Yoksa bir seçim midir?

Biz insanlar neden bazı kalıplara girmek için bu kadar can atarız? Neden "bir şey" olmaya çalışırız sürekli? Ben kendi hesabıma birilerinin kafalarında beni iyi ya da kötü bir yerlere koymasından rahatsız olmuşumdur oldum olası. Solcu muyum sağcı mı? Dindar mıyım ateist mi? İyi bir insan mıyım kötü müyüm? Fenerbahçeli mi Galatasaraylı mı? Bunlardan hiçbiri değilim, olsam ya da olmasam bile siz nereden bileceksiniz. Kendisine solcu diyen birinin de sırf bunu dediği için solcu olacağını düşünemem. Zorlanımlı bir şekilde bir şey olmak ya da birinin sizi bir şey olarak görmesi yerine hiçbir şey olmamayı tercih ederim. Basit sade bir insan olabilmekte çok yüce bir şeyler görmüşümdür, keşke hep öyle olabilsem. Bir şey olmayan her şey olabilir. Bir şey olmak nesne olmaktır, insan olmanın en korkunç tarafı insan olduğunuzu unuttuğumuzda ortaya çıkar. Kendimizi başkasının gözünde nesneleştirir ve asıl o zaman siliniriz. Aslında özümüzde öyle bir esneklik ve özgürlük vardır ki, var olan her şeyle özdeşleşebiliriz. Yaşlıyla yaşlı çocukla çocuk olabiliriz. Bir hayvanla da bir bitkiyle de hakiki bir bağ kurabiliriz. Bütün mesele “hakiki bir özne” oluşumuzla olan bağımızı korumaktır.

Çoğu zaman bir gruba ait olmak ya da bir takım çıkarlarımızı gidermek için solcu ya da sağcı gibi görünebiliriz. Gerçekten inançlı bir biçimde bir ideolojiyi benimsemiş olsanız da bu sizi o ideolojinin adamı yapmaz. Solcuyum derken son derece kapitalist bir şekilde yaşayan biri olabilirsiniz. Ya da solcu gibi yaşasanız bile içinizdeki başkalarını sömürme ve baskıcı olma dürtülerinizden kurtulmuş olmayabilirsiniz.

Kendisine dindar diyen ve dininin ibadetlerini yerine getiren birinin de illa ki dindar olduğunu düşünmem. Çünkü o ne bu dini içselleştirmiş ne de ibadetlerini hakkıyla yapıyor olmayabilir. Solcu ya da dindar olmak büyük ihtimalle doğmuş ve büyümüş olduğunuz çevrede olabileceğiniz tek zorunlu şeydir. Aksini olabilmeniz bütün o çevreye başkaldırmak anlamına gelebilir ve herkesten bu başkaldırıyı yapacak gücü bekleyemeyiz, ki o kişi bunu gerçekten istese bile. Dünyayı kendiniz için baştan aşağı tekrar görün. Kendinizi kendiniz yazın ve bunu kimseye söylemeyin derim gerekmedikçe. Çünkü anlamayacaktır çoğu insan. Dindar olmak ya da solcu olmak, Fenerbahçe ya da Galatasaray’dan birini seçmek kadar tesadüf eseri olmamalı. Gerçekte ben iki takımdan birini seçmiyorum. Ben iyi oynayanı, futbol için futbol oynayanı seçiyorum. O an yaratıcı ve akıllıca hamleler yapanı seçiyorum diyebiliriz ya da her iki takımın bütün gücüyle mücadele etmesinden keyif almak da mümkün. Ve bu şekilde bir izleyici olmak futboldan daha önce almadığımız bir tür keyif almamıza neden olabilir.

Bana göre günümüz dünyasında muhafazakar ve liberal, dindar ya da marksist olmak artık siyah-beyaz iki kutupta tanımlanamaz hale gelmiştir. Bazen solcu bir parti statükocu politikalar izlerken, dindar bir parti de sosyal politikalar izleyebilmektedir. Ama sonra o aynı parti keskin bir dönüş yapıp tam tersi politikalar da izleyebilir.

Dünyayı böyle görmek ilkesiz olmak değildir. Bir taraf tutmaktan kaçmak da değildir. Birileri sizi bir taraf tutmaya zorlarsa bu muhtemelen kendi çıkarları içindir. Bana göre insanlık için iyi olan ilkeler illa ki bir görüşün tekelinde değildir. Solculuk tarihsel gelişimi içinde halkın yanında olan, özgürlüğü, eşitliği ve adaleti ön plana alan politikalar yürütmek demektir. Bu ruha sahip bir insan solcudur: başkasını kendisi kadar seven herkes.

Ancak şöyle de düşünmemek elde değil: Diyelim ki bir ülkede herkes bir gün solcu olsa ve orada sosyal demokrasi ideal bir sistem olarak egemen olsa ne olurdu? Ve sonra insanların bir kısmı bu dünya görüşünde zaman içinde yeni koşullara uyum göstermek için değişiklikler yapılması gerektiğini iddia etse bu durumda o ülkedeki insanlar yeniden ikiye bölünmez miydi?

İnsanların bir kısmı yapılan yeniliklere karşı çıkardı ve ilkelerden ödün vermenin sistemin sonunu getireceğini iddia ederdi. Diğer grup ise yenilik yanlısı politikaların gerekli olduğunu iddia ederdi ve toplum gene ikiye bölünürdü. Bir zamanların devrimci ve ilerici olanları şimdi muhafazakar ve statükocu olmaz mıydı? Statükocular kemikleşmiş geleneksel ideolojilerine bir din gibi inanıp fanatikçe ona sahip çıkmaz mıydı? Ki bu senaryo yaşanmamış bir şey de değildir. Şunu hatırlatmakta yarar görüyorum. Bizim şu anda gericiliğin sembolü olarak gördüğümüz dinler ilk ortaya çıktıkları zamanlarda ilerici ve devrimci yapılardı. Sonradan gücü elinde bulunduranların eline geçtikçe değişim geçirdiler ve statükonun kaynağı olmaya başladılar.

Belki de bu yüzden solculuğu sürekli yolda olmak, sürekli muhalefet halinde olmak olarak görenler vardır. Bu çok güzel ve olması gereken bir şey olsa da farklı bir boyutuyla daha olayı tartışmak isterim. Sürekli yolda olma düşüncesinde gerçekçi olmayan bir şey var: Hiçbir şey sürekli yolda olamaz. Toplumsal yaşamda, düşünme ve eylem tarzımızda bir ilerleme sağlasak da ve birey olarak bunu sınırsızca sürdürsek de toplumun geneli söz konusu olunca işler değişir.

Toplum yaşlılardan, çocuklardan, çok eğitimli ya da az eğitimli insanlardan, fırsatçı ve açgözlü, fedakar ve saf, her çeşit insandan oluşur. Bu kadar yoğun ve karmaşık bir sistemin yürüyebilmesi için zamanla daha basit anlaşılır ve uygulanabilir politika ve söylemler ortaya çıkar. İnsanlığın entellektüel donanımında ortaya çıkan süper ilerlemeler toplumlara kolayca yansıyamaz. Toplumun çoğunu oluşturan insanlar daha somut gelişmelere; karınlarını doyuracak, içine girecekleri bir yuvaya ve güvenliğe ihtiyaç duyarlar. İnsanların çoğunluğu tatmin edecek politikaları temsil eden görüş ya da partilerde bu nedenle daha çok oy alır ve iktidara gelirler. Ve iktidarda kalmaları da bu politikaları uygulamalarına bağlıdır. Ancak toplum belli bir denge ve gelişim gösterdikçe daha özgürlükçü politikaları talep etmeye başlayabilir. Bu şekilde toplum ileri geri giderek bir denge içinde ilerlemeye çalışır.

İlerleme Miti

İlerleme diyorum da, bu noktada pek de hoşlanmadığım bir kavramdan söz etmiş olduğumu belirtmeden geçemeyeceğim. İlerleme çok tehlikeli bir kavram. Ve günümüzde en yıkıcı mit haline gelmiştir. Sol ve sağ arasındaki kırılma noktasını oluşturan bu kavram aynı zamanda her iki tarafın da zayıf noktalarının en çok su yüzüne çıktığı alandır da.

İlerleme konusunu gerçek anlamda anlamak için felsefi bir derinliğe inmek zorundayız. Yoksa bu konuyu hakkıyla ele alabileceğimize inanmıyorum. İlerlemeyi görmek için önce bir duralım. İlerlemek ve durmak anlaşılmaları ve var olmaları birbirine muhtaç iki kavram. O yüzden ben de burada duruyorum. Durduğum noktada kavramın arkasındaki aldatmacayı ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Durmak bir noktada sabitlenmek ve görünür bir hareket yapmamak demektir. Ancak bu hareketsizlik gerçek ve görülmeyen başka bir hareketi başlatmış olabilir.

Durduktan sonra yapabileceğim ikinci şey kavramın etrafında dönmek ve döngüsel bir hareket yapmak olacaktır. Yani kavramı o ya da bu yönleriyle irdelemek. Bir hareket içindeyim ama aslında sadece aynı yerde dönüyorum.

Birinci tezimiz şu olmalı: Eğer duran bir şey yoksa ilerleyen bir şey de olamaz ve de fark edilemez. Boş uzayda bile gittiğinizi hayal etseniz aslında bir galaksinin içinde bir referans düzleminde hareket edersiniz, hareketinizi anlamlandırabileceğiniz çekimsel bir arka plana ihtiyaç duyarsınız. Samanyolu galaksisinin tam çekirdeğinde korkunç büyüklükte bir karadeliğin samanyolunun sabit noktası olması sizin hareketinizi olanaklı kılar. Yani demek istediğim ilerleyen her şeyin duran bir şeylere gereksinim duyması. Politik zeminde bunun karşılığı gelenek olmadan yeniliğin olamayacağıdır. Her zaman kendisinden yola çıkılarak ilerlenen bir arka plan olmak durumundadır.

Günümüzde ilerleme geçmişle hakiki bir bağ kurmadan, kökensiz bir sürüklenme haline gelmiştir. Günleri, mevsimleri, yılları yaşanmışlıklarla üst üste koyarak var olur ve ilerleriz. Geçmişte sorduğumuz soruları çözeriz ve yeni sorular sorabiliriz böylece. Geçmişte yaşadıklarımızı anlamlandırıp bugünümüzü daha derin ve boyutlu kılarız.  Yoksa ilerleyip ilerlemediğimizi nerden anlayacaktık geçmişte yaşananlar olmasa? Geçmişi temsil eden, bağlı, koruyucu ve geleneksel bir yönümüz vardır. Bu yönümüzle geleceği yaratacak gücü ve enerjiyi buluruz. İyisiyle kötüsüyle ortaçağda yaşananlar olmasaydı yeni bir çağ olmazdı. Ancak geçmişe karşı nankörüzdür ve benliklerimizi okşamak adına geçmişin ve atalarımızın bize neler kattığını görmezden geliriz. Bu konuda en güzel örnekleri Umberto Eco’nun eserlerinde bulabilirsiniz. Rönesans ve reform hareketlerinde başarılan şeylerin tohumları hep ortaçağda din adamları tarafından atılmıştır.

İnsanlık geçmişin acıları üzerinde yükselir. Bizden önce gelenleri anlamadan, onları yaşatıp takdir etmeden ilerici olamayız. Bugün ilerleme denen şey ise havada asılı duran boş bir tutkuyla beslenir: ölümsüz, süper teknolojik siber insan.

Oysa kim dünyanın elli sene öncesinden daha ileri olduğunu iddia edebilir? Araba sayısındaki artış mı? Yoksa dolaşımdaki paranın artması mı? Daha hızlı teknolojiler, daha yüksek çözünürlüklü kameralar mı? Daha üstün insan hakları mı? Daha sağlıklı bir çevre mi? Daha hızlı olmak ya da daha üstün bir teknoloji daha ileri olmak mıdır eğer ve bu insanlığa yeter mi? Önce neden ilerlemeye ihtiyaç duyduğumuzu anlamalıyız?

İlerlemenin olmadığı bir dünya nasıl bir dünya olarak görünür gözümüze? Doğada ilerleme var mıdır? Doğa sadece değişir ve yeni durumlara adapte olur. Eğer doğanın bir amacının olduğunu düşünürsek onun ilerlediğini de iddia edebilirdik. Ancak doğanın bizim anladığımız anlamda bir amacı olduğunu iddia etmek çok temelsiz bir düşünce olurdu. Evren bir zamanlar küçük ve basit bir yerdi, sonra gelişti ve evrimleşti demek mümkün mü? İçinde gelişme ve büyüme potansiyeli olan bir şey zaten ta en başta mükemmel değil midir?

Bana göre ilerleme düşüncesi kendi hiçliğiyle yüzleşmekten korkan insanların yarattığı bir kaçıştır. Kendi hiçliğimiz derken de bizim anlamsız küçük varlıklar olduğumuzu kast etmiyorum. Hiç olmak, en derin iç yapısında belirlenmemiş ve özgür olmak demektir. İnsan sonsuz küçüklükte bir nokta olduğunda gerçek anlamda yok edilemez olabilir (ölümsüz demiyorum)

Bu bir teori ya da öğreti değil, deneyimlenebilen psikolojik bir gerçekliktir. Olaya tersinden bakarsak şunları söyleyebiliriz: Bir insan kendini bir şey sandıkça kendini aldattığı duygusunu da beraberinde taşır ve bunu biraz dikkatli bir gözlemle içinde fark edebilir. Bir şey olduğumu, başardığımı sanmam çok tehlikelidir, çünkü sadece görece bir düzlemde bir şeyler başarmış ya da olmuş olabilirim. Peki bu düzlem bir gün çökmeyecek midir? Görece bir düzlemde bir şey olmanın tadını çıkarabilirim ve bunda yanlış olan hiçbir şey yoktur. Yeter ki sınırların farkına varayım. Ve en derinde de hiçlikten doğan bir varlık olarak sonsuz farklı ve yeni düzlemde kendimi var edebileceğimi bilmeliyim. Bu bir insanın kendi kendisine kazanabileceği en bilgece tutumdur.

İlerleme toplumlar içinde aynı tür bir görece gerçekliğe sahiptir. Sadece belli bazı konularda ilerleyebilirken bunu da başka konularda gerileyerek başarabilirsiniz. Başarılı her toplumun başarısız olduğu birçok alan ortaya çıkacaktır. Sanayi ve teknolojide büyüyen toplum bunun bedelini kötü bir çevre ve azalan insanlıkla öder.

Ayrıca ilerlemenizi ya toplumuzun önceki durumlarıyla ya da başka toplumların geri kalmışlığıyla ölçebilirsiniz. Bu da demektir ki, sizden geride olan toplumları küçümsemeye bağımlı olursunuz. Kendinizi ötekilerden üstün hissetmek için her tür propagandayı yapabilirsiniz. Global dünyada zengin toplumların ilerlemiş görülmelerinin ardında yüzlerce yıllık bir reklamın payı vardır.

Ne yapmalı?

Bütün bu değerlendirmelerin ışığında şunlar söylenebilir: Birincisi, dünya sadece iki seçenek sunmaz bize. Hayattaki en önemli konulardaki tavırlarımız yazı tura atmak kadar basit olmayabilir. Sol ya da sağı seçmek gibi iki seçenekle kısıtlanmaya isyan etmeliyim. Bizler hem toplum olarak, hem birey olarak olaylara kendi özgün tavrımızı koyma cesareti gösterebilmeliyiz.

İkincisi, suni ve zorlama ayırımlara bizi hapsedenler çirkin politika yapıcılarıdır. Ve onlara karşı uyanık olmalıyız. Klişeler üzerinden değil gerçekler üzerinden yaşamı okuyabilmeli ve tepki verebilmeliyiz. Bu bizi dereye gidip susuz gelmekten kurtarabilir.

Üçüncüsü siyasete bütün toplumsal ve içsel dinamikleri göz önüne almadan yaklaşmakla bireyselliğimizi kaybedebiliriz. Gasset’in dediği gibi: “Siyaset insanın yalnızlığını ve mahremiyetini elinden alıp, içini boşaltır, o nedenle topyekün siyasetçiliğin vaz edilmesi insanı toplumsallaştırmakta kullanılan tekniklerden biridir.” (Kitlelerin Ayaklanması syf. 24)

Bir hayal edin, halkın uyandığını ve biz ne solcuyuz ne sağcı, biz bireylerden oluşan bir halkız, aynı ülkede yaşıyoruz ve kamplara bölünmek değil, farklılıklarımıza rağmen uyum içinde yaşamak istiyoruz dediğini. Kim en çok korkar bundan?

 

 

 

 

Bu haber toplam 3183 defa okunmuştur
Gaile 414. Sayısı

Gaile 414. Sayısı