1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Siyaset Kirli..Düzen Bozuk..Peki ya Ben!?
Siyaset Kirli..Düzen Bozuk..Peki ya Ben!?

Siyaset Kirli..Düzen Bozuk..Peki ya Ben!?

...seçim dönemlerinde ise daha net bir biçimde açığa çıkan “iktidara kim gelirse gelsin, hiçbir şey değişmeyecek” inancı/karamsarlığı giderek daha yaygın bir kanaat halini alıyor.

A+A-

 

 

 

                                                                                     Hakkı Yücel
  yucelh@kibrisonline.com

Bir seçim dönemine daha girdik. Özellikle çözüm sürecinin çıkmaza girmesiyle ateşi iyice küllenen, toplum indinde her geçen gün daha çok ilgi ve güven kaybına uğrayan siyaset, bu vesileyle kısmî de olsa bir hareketlilik kazandı. Propaganda sürecinin resmen başlamasıyla daha da hız kazanacak bu ortam içinde siyasi partiler söylemleri, bugüne ve geleceğe yönelik projeleriyle ne kadar inandırıcı olacaklar, toplumda nasıl karşılık bulacaklar, bu konuda kimi tahminler yapılıyor olsa da, hüküm vermek için henüz erken. Genel anlamda siyasetin ve siyaset icra edenlerin bugünlere gelende, makro mesele Kıbrıs sorunundan başlayarak içe yönelik yapısal ve gündelik hayata ilişkin sorunların çözümünde başarılı olamadıkları ise sır değil. Gerekçeleri farklı biçimlerde dile getirilse de hemen herkesin şikayetçi olduğu, en temel ihtiyaçların bile karşılanmaktan uzak, usulsüz uygulamaların sıradanlaştığı, kirli ilişkilerin ayyuka çıktığı hantal bir statükoda yaşadığımız aşikâr. İç karartan bu tabloya, onu değiştirmeye aday olanların da çare olamamaları eklenince, toplum zihninde latent halde yer eden, seçim dönemlerinde ise daha net bir biçimde açığa çıkan “iktidara kim gelirse gelsin, hiçbir şey değişmeyecek” inancı/karamsarlığı giderek daha yaygın bir kanaat halini alıyor. Sonuçta siyaset ve siyasetçi bu kirliliğin tek müsebbibi, suçlu sandalyesinin değişmeyen sanığı olmaktan öteye bir anlam kazanamıyor. Ancak, bu konudaki sorumlulukları ve günahları bir yana, tümüyle siyasete ve siyasetçiye tahvil edilen bu tablo üzerine değerlendirmeler yapılırken, şu sorular da sorulmalı: Siyasetin kirliliği, siyasetçilerin buradaki payları tamam da, şikayetçisi ve mağduru olduğumuz, değişmesini talep ettiğimiz bu siyasal düzen ve bu siyasetçi profilleri gökten zembille mi iniyor? Ya da içinde yaşadığımız bu kokuşmuş düzen bize zorla mı dayatılıyor? Daha açık ve net soralım: Bu tablonun oluşmasında, bu düzende yaşayan insanlar olarak teker teker hepimizin payına düşen sorumluluklarımız, günahlarımız yok mu? Sanırım yeri ve zamanıdır, tam da burada , psikiyatri tarihinin belki en radikal ismi Wilhelm Reich’a kulak vermekte yarar var.  

“Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı” kitabında W.Reich, Nazilerin Almanya’da seçimle iktidarı nasıl ele geçirdikleri üzerine değerlendirmeler yaparken çarpıcı bir tespitte bulunur. O tespit şudur: Dönem Almanya’sında Hitler faşizminin iktidar olmasında belirleyici etken, sıklıkla dile getirildiği gibi kitlelerin aldatıldıkları, ideolojik manipülasyonlara tabi tutuldukları ya da salt sosyal demokratların ve komünistlerin politik basiretsizlikleri değildir; bunlardan öte asıl üzerinde durulması ve açıklanması gereken ana etken “kitlelerin faşizmi arzuladıkları” gerçeğidir. Faşizme arka çıkmış, farklı sosyal kesimleri içkin -orta sınıf mensubundan emekçisine-  bu geniş ölçekli kalabalığı değerlendirirken, soldan konuşan birisi olarak Reich’ın bu tespitinin Marxizme yönelik olarak da fazladan söyledikleri vardır. Üretim ilişkileri ve sınıflar üzerinden çözümlemeler yapan, bu bağlamda “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan işçi sınıfını” radikal dönüşümlerin aktörü -haliyle faşizme de karşı çıkacak -  ilân eden Marxizme, Almanya pratiği üzerinden özetle diyesi şudur: Nazilere oy veren farklı sosyal kesimler arasında emekçilerin de yoğun olarak bulunmaları, bu tarihsel momentte tercihlerinin, sınıfsal/ideolojik konumlarının ger(ç)eğini yansıtmadığını, bir başka ifadeyle faşizmin onlar tarafından da arzulandığını göstermektedir ve açıklanması gereken de budur.  Hitler’in iktidar olurken emekçi kesimler de dâhil, arkasına aldığı farklı sosyal katmanları içkin kitle desteği göz önüne alındığında, -bugünün dünyası için de çok tanıdık değil mi bu durum-  Reich’ın bu çarpıcı tespitini göz ardı etmek mümkün değildir. (“Dinle Küçük Adam” kitabında Reich bu konuya tekrardan geri döner, “faşizmi arzulayan” ‘küçük adam’ın hallerini anlatarak onu eni boyu silkeler, potansiyel gücünü hatırlatar ve içinde bulunduğu gaflet uykusundan uyandırmaya çalışır.)

Nitekim onun açtığı bu yoldan, birey/ben olarak “gündelik davranışlarımıza ve ruhlarımıza musallat olan faşizmi” sorgulayacak kertede pergelin ayağını geniş tutarak devam eden -ağırlıklı olarak solda- başka isimler de vardır. Örneğin  “Wilhelm Reich’ten sonra bu gerçekle yüzleşmekten kaçınamayız” diyen Deleuze&Guattari ikilisi, ortak çalışmaları  “Anti-Ödipus”ta altı çizilecek şu notu düşer: “Molar düzeyde anti-faşist olup, içinizdeki faşisti görmemek kadar kolay bir şey yoktur”. Bu kadar da değildir, yine aynı esere yazdığı önsözde  M.Foucault  “Hepimizin içinde bulunan, gündelik davranışlarımıza ve ruhlarımıza musallat olan faşizm”e vurgu yaparak  bir başka ‘büyük soru’ sorar: “İnsan devrimci bir militan olduğuna inanırken faşist olmamak için ne yapmalıdır?”  Ve devam eder: “Söylemlerimizi ve edimlerimizi, kalplerimizi ve zevklerimizi faşizmden nasıl kurtarabiliriz? Davranışlarımızın içine sinmiş olan faşizm nasıl kovulur?” (“Arzu Politikası-Deleuze ve Guattari Etkisi”- Mustafa Demirtaş. Otonom Yayıncılık)

Zurnanın zırt dediği yer de burası olsa gerektir: Birey/ben olarak herbirimizin gündelik hayat içinde ve ilişkilerinde, olduğunu iddia ettiği kendisiyle, gerçekte olduğu kendisi arasında sıkıştığı, paradoksal hikâyesinin yaşandığı yer; ya da dışa gösterdiği (dıştan görünen) gerçekliği ile -Deleuze&Guattari gibi söylersek “Molar düzey”deki haliyle-, gösterdiği (görünen) gerçekliğinin sahiciliği -yine Deleuze&Guattari’den ödünç alarak söylersek “moleküler düzey”deki hali- arasındaki farkın açığa çıktığı yer; tatlı yalanların gerçeklerin üzerini örttüğü, cüce hallerin dev suretlere dönüştüğü yanlış aynalarda, birey/ben’in yalanını gerçek, kendini dev sanarak aldattığı, avunduğu yer.

Bu tespitler ve sorular ışığında o birey/ben yerine kendimizi koyalım ve seçim vesilesiyle yeniden gündeme gelen, mağduru ve şikayetçisi olduğumuz, suçladığımız ve kıyasıya eleştirip değişmesini talep ettiğimiz yerleşik siyasal yapı/anlayış ve statüko ile ilişkilerimize buradan bakmaya çalışalım. İki ayrı aklın yolu vardır önümüzde.  Birincisi, kirli siyasete ve statükoya karşı çıkmayı, bütün suçu ve sorumluluğu kendi dışında gören, reddetmek ve yıkmak talepinden ve daha çok söylemden öteye geçmeyen, kendini hep aklayan ‘tepkisel aklın’ yoludur. “Söyledim, ruhumu kurtardım” yoludur bu, Deleuze&Guattari’nin kolay olan dediği yoldur.  İkincisi ise, eleştiri oklarını kendine doğru da yönelten, kendini sorgulayan, toptan reddetmek ve yıkmaktan öte, değişimi ve dönüşümü  talep eden, bunun sorumluluğunu taşıyan, söylemin şehvetiyle yetinmeyen, yaratıcı ve yapıcı  ‘aktif özne aklı’nın yoludur; zor olan yoldur, zahmeti ve çabayı gerektirir. Birincisinde kendimize ait çizdiğimiz resim, haklı  ve bütün olumlu ‘en’lere sahip olmanın (En solcu, en devrimci, en barışsever, en çözüm yanlısı, en demokrat, en adil vb.) ayrıcalığını taşır,  “davranışlarımıza ve ruhumuza musallat olan” kusurlardan azadedir, haliyle değişmesi gereken kendimiz değil, kendimizin dışındakilerdir. İkincisinde kendimize ait gördüğümüz resim ise, kendine mesafe alabilen, ötekine de kulak veren,  “davranışlarımıza ve ruhumuza musallat olan” kusurlarımızı görebilmemize imkân veren, haliyle değişmesi gerekenin kendi dışımızdakiler kadar kendimizin de olduğunun bilincini taşıyan resmimizdir.

Evet siyaset kirli, evet düzen bozuk..Evet siyaset yapanların bunda sorumluluğu büyük..Evet değişmeli. Ancak siyasetin kirinden arınması, bozuk düzenin değişmesi, siyasetin ve düzenin kendisiyle sınırlı değil. Birey/ben olarak teker teker hepimizin kendi kirlerimizden arınmamızla, kendimizin değişimiyle de doğrudan ilgili..  

                                                                 

Bu haber toplam 2839 defa okunmuştur
Gaile 446. Sayısı

Gaile 446. Sayısı