Türk Mizahlı Kuvvetleri

Mehmet Ekin Vaiz

Gezi Parkı eylemlerini, Başbakan Erdoğan’ın çıkışlarını, Türk Medyasının İhanetini, Sosyal Medyadaki Dalgalanmaları an be an izlemdim, hiç bir şey kaçırmadım. Başka çarem de yoktu. İnsan seruma bağlı yatırken çok fazla seçeneği olmuyor. “Kriptik Tonsillit” hastalığı esnasında ağrıdan yutkunamadım belki ama bol bol okumaya düşünmeye fırsat buldum. Durumu en iyi anlatacak söz sanırım Sir John Dalberg- Acton’un şu sözüdürü: “Güç bozulur, mutlak güç mutlaka bozulur.”  (Power  corrupts, absolute power corrupts absolutely.) Aynı sözün bir diğer türevi de son derece geçerlidir: “İktidar yıkılır, mutlak iktidar mutlaka yıkılır.” (Power collapses, absolute power absolutely collapses.)

“Külliyen Besleme”

Recep Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıslı Türkler ile olan ilişkisinin evrimi Gezi Parkı olaylarından uzak görünse de aslında yaşanan gerilime ciddi şekilde paralellik arz ediyor. 2004 yılında Annan Planı’na destek mitinglerinde belki de Türkiye’nin Kıbrıs Politikasında ilk kez bir Başbakan’ın “Çözümsüzlük çözüm değildir” demesi Erdoğan’ın Kıbrıslı Türklerin gözünde statüko karşıtı ve cesur bir imaja sahip olmasına yol açmıştı. Türkiye’de yaşanan darbeleri kendi evinde yaşamış gibi hisseden ve bilen Kıbrıslı Türk’lerin polisin halen resmi olarak askere bağlı bulunduğu KKTC’de, Erdoğan ve AKP’nin Türkiye’de askeri vesayete karşı kazandığı her zaferi de imrenerek izlemesi "Helal olsun Tayyib'e!" gibi bir sempati doğurmuştu. KKTC Başbakanı Ferdi Sabit Soyer’e “Önce Türk olduğunuzu ispat edin” diyebilen askeri anlayış, Türkiye’de Erdoğan’ın “demokratik kabadayı” kişiliği üzerinden sindirilmiş ve geriletilmişti. Tüm bunlar olurken AKP sadece siyaseten değil, tıpkı Marxist teorinin öngördüğü gibi “alt yapı”nın, “üst yapı”yı şekillendirmesi ile büyüdü.  Kendine yakın sermayeyi “win-win” anlayışıyla korudu ve büyüttü. AB ile ilişkilerin geri plana itilmesiyle Kıbrıs'ta çözüm hedefi rafa kaldırıldı ve KKTC AKP'ye yakın sermaye gruplarının yatırım alanı haline geldi. Dayatma "Ekonomik paket"ler, Erdoğan'ın Kıbrıs'taki imajı oldu ve bunları sorgulayanlar ise külliyen "Besleme" ilan edildi. Bu esnada ülkesel liderlikten, bölgesel liderliğe terfi eden Erdoğan, kendi deyimiyle "ustalık" dönemi ile birlikte  diyalog kuran değil, karar tebliğ eden durumuna geldi. Ve nihayet herkesin çözülmez dediği 40 yıllık Kürt sorununda atılan cesur adımlarla birlikte Erdoğan, hem ülkesel hem de küresel iktidarının zirvesine ulaştı. Kıyamet tam da o zirvedeyken koptu.

“İktidar = Kuvvet + Rıza”

Bu zirve yürüyüşünün nihai hedefine dönüşen “Başkanlık Sistemi” ısrarı, AKP’nin   içerisindeki paydaş iktidar ortaklarını ürküttü. Ortadoğu’daki görevini şu ana kadar kusursuza yakın bir biçimde yerine getiren Türkiye’nin böylesi bir sistem değişikliğine gitmesi, kendi içindeki istikrarını bozabilirdi. Literatürde İktidarın formülü olarak gösterilen “İktidar = Kuvvet + Rıza” denkleminde Erdoğan’ın Başkan olacağı Türkiye’de “Rıza” giderek düşüş göstermekteydi. Başkanlık sisteminin de tıpkı diğer başarıları gibi gücü dahilinde olduğuna inanan Erdoğan belli ki bu talebinde son ABD ziyaretinde de ısrarcı oldu. Oldu ki, ABD ve Uluslararası Sermaye, Erdoğan’ı sözlü ikna yoluyla değil, biraz da uygulama yoluyla “Neden Başkan olamayacağı” hususunda biraz ipucu verme gereksinimi duydu. Peki Gezi Parkı direnişine katılan insanlar ABD güdümlü, dış güçlerden destek alan ajan provokatörler mi? Kesinlikle hayır.  Bu senaryo Gezi Parkı direnişini ve sebeplerini açıklamıyor. Ama bu senaryo Gezi Parkı direnişinin neden CNN ve BBC’de  birinci haber, The Economist ve Time dergisinde ise kapak konusu olduğunu ve Beyaz Saray'dan yapılan üst düzey açıklamaları gayet iyi  açıklıyor. Gezi Parkı olaylarının uluslararası basında yankı bulmasıyla özellikle AKP çevrelerinin endişe ettiği “Türkiye’nin Uluslararası İtibarı” meselesi de önem arz eden bir konu. Buradan da anlıyoruz ki başkalarının söyledikleri ile “itibar” sahibi olanların itibarı, ancak başkaları fikrini değiştirene kadardır.

“Bizim Ahmet” , “Bizim Nermin Teyze”

Gezi Parkı Direnişi'ni diğer örneklerinden ayıran ve ön plana çıkaran başlıca özelliği  henüz daha başlar başlamaz ortaya çıkan Polis Vahşeti ile birlikte AKP’nin yıllardır kullandığı iki temel iktidar enstrümanı olan “mağduriyet” ve “cesaret”i direnişçilerin devralmış olmasıdır. Erdoğan’ın “Çapulcular, Marjinaller” diye esip yağdığı kalabalık içinde “Bizim Ahmet” , “Bizim Nermin Teyze” gibi sivil profillerin olması, Erdoğan’ın söylemlerini halk vicdanı nezdinde etkisizleştirdi. Özellikle Gezi Parkı aktivistlerinin “Ordu göreve” çizgisi ile aralarındaki farkı topluma çok iyi izah etmesi, direnişin halk vicdanındaki yerini sağlamlaştırdı. Gezi Parkı direnişine katılan gençlerin ve aydın kesimlerin mizah kullanımı ise, Recep Tayyip Erdoğan’ı (İktidarı) tamamen yabancısı olduğu bir sahaya çekmiş oldu çünkü iktidarlar doğası gereği hükmedebilir, nutuk atabilir, manipüle edebilir ama espri yapmayı beceremez. Mizahın sahaya inmesiyle birlikte iktidar, mağdur ettiği, cesur insanların dalga konusu olmaya başladı. Türkiye bir sabah uyanıp, radyolarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yönetime el koymasına alışkın olan bir ülkedir. Oysa bu kez radyolar ve televizyonlar korkup ilan etmese de yönetime geçici bir süreliğine de olsa el koyan çok açık bır şekilde Türk Mizahlı Kuvvetleri olmuştur.