Emrah Aslan: Yavru Vatan” deyip geçme tanı, karşında bir dev var

SÖZ OKURUN

 

Toplumları politik ve insani olarak mağdur eden, insanların sırf farklı etnik kökenlere ve/veya inançlara  mensup olması nedeniyle birbirinden ayrı yaşam alanları kurmasına yol açan şey, tüm politik analizlerin ve kuramların ötesinde olacak şekilde, “nefret” duygusudur. Dünyanın her köşesinde, savaş kaynaklı acıları ve mağduriyetleri farklı siyaset bilim kuramlarıyla açıklamak mümkündür, fakat hepsinin tek bir ortak noktası vardır, nefretten beslenirler.

İlk bakışta, çok ilintili gözükmüyor olsa da, son günlerde Türkiye\'nin farklı köşelerinden gelen çatışma ve ölüm haberleriyle, KKTC\'de iş başına gelen ve Rum Kesimiyle umut verici bir müzakereye oturan Mustafa Akıncı\'nın barış haberleri, beni bu yazıyı yazmaya itti. Dilerseniz biraz daha açayım.

Genç bir siyaset bilimci adayı olarak, ömrümün hemen hemen tamamını geçirdiğim Türkiye\'de her zaman bir iç ve dış düşman kategorisi yaratıldığını, siyasetimizin, ekonomimizin, gündelik hayatımızın ve hatta bireysel ilişkilerimizin dahi buna göre düzenlenmeye çalışıldığını gördüm, duydum ve yaşadım. Sözgelimi, konu ne zaman Kürt Sorunu\'ndan açılsa, “intikam alma, kanını yerde bırakmama, bedelini ödetme” lafları havada uçuştu durdu. Son 2-3 haftadır yeniden bu ruh haline girdi Türkiye.

İdrak etmekte zorlandığım, nefretin mağduru olan bir devletin, toplumun, kurumun veya kişinin, yeniden nefret üreterek öteki addettiği kimseye ya da kuruma/gruba ya da kişiye nefret boşaltması. Zaten seni mağdur eden fiili niçin yeniden üretirsin ki? Aklın ve vicdanın yolu, mağduriyeti yaratan şeye, yani nefrete karşı mücadele etmekten geçmez mi? En azından basit bir mantık bunu mecbur kılmıyor mu? Siyasetle ilgilenmeye başladığım çocuk yaşlarımdan itibaren, bu basit mantığı zihnimde dondurup durdum.

Tam da bu noktada, kendini demokrat olarak tanımlayan pek Türkiyelinin dahi hafifsediğine şahit olduğum KKTC\'de, yakın bir zamanda Cumhurbaşkanı seçilen Mustafa Akıncı\'nın Kıbrıs Sorunu\'nun çözümü bağlamında izlediği politikalar ve siyaset metodolojisi, nefret fiiline karşı nasıl bir siyasa üretilebileceğine dair oldukça ufuk açıcı ve öğretici bir pratik olmaya devam ediyor.
Kıbrıs adası, 20.yy\'in ikinci yarısında tarihi nefret duygusuyla, kanla ve gözyaşı ile, zorunlu göçlerle, vedasız ayrılıklarla, özlem duygusuyla yazılmış kederli bir coğrafya. İşte Mustafa Akıncı, Cumhurbaşkanı seçilir seçilmez, tüm önyargıları, kompleksli devlet politikalarını ve ötekileştirmeye dayalı akıl yürütme metodlarını bir kenara bırakarak, bir ortak yaşam çağrısında bulundu: Geçmişte acılar yaşanmıştı, kökünü nefretten alan savaşlar, çatışmalar ve mücadeleler yaşanmıştı,  o halde bunun panzehiri anti-nefretti, anti-ötekileştirmeydi, anti-kötülüktü.

Akıncı, bizlere kompleks bir denklemden değil, basit bir akıl yürütmeyle erişilebilecek insanı ve vicdani bir formül öneriyordu: Nefretin mağduru olan her iki toplum, ancak nefrete yer vermeyerek, ötekileştirici akıl yürütmeleri reddederek sorunlarını çözebilir, ortak bir gelecek inşa edebilir. Rum lider Anastasiadis ile tiyatroya giden, şehir çarşısında dolaşan, 20 Temmuz demecinde savaş ve çatışma mesajları yerine birlik ve barış mesajları veren Akıncı mı daha gerçekçi, yoksa her fırsatta Rumların fırsatçılığını, kötülüğünü vurgulayan, 20 Temmuz tarihini intikam ve savaş manifestosuna dönüştüren zihniyet mi?

Ezcümle, Türkiyeli demokratların pek çoğunun dahi yavru vatan olarak görmeye devam ettiği, içten içe hafifsediği, esasen en sağ eğilimli Türkiyelilerden farksız baktığı Kuzey Kıbrıs, Mustafa Akıncı ile “büyük” Türkiye\'ye hem siyaset hem de insanlık dersi veriyor. Türkiyeliler hamasi sözlerle, nefret üretmeyi siyaset sanan ve basit insanlık denkleminden habersiz siyasilerle, gazetecilerle uğraşa dursun, Kıbrıs Türkleri aklın, mantığın ve vicdanın yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Ne diyelim? Darısı biz Türkiyelilerin başına.

Emrah Aslan