1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. SARI KIRMIZI MAVİ
SARI KIRMIZI MAVİ

SARI KIRMIZI MAVİ

SARI KIRMIZI MAVİ

A+A-

 

Burcu Okur
burculefkonuklu@gmail.com

İlk yağlı boya denemem bir arkadaşımın yarım bıraktığı tablo üzerinde olmuştu. Mitolojide önemli bir yer tutan, Âdem’in Havva’dan önceki eşi olduğuna inanılan ancak Âdem’in kendisinden üstün olmasını kabul etmeyip başkaldırdığı için lanetlenerek cennetten kovulan Lilith’in, üzerinde yılan sarılı olan tablosu idi. Arka fon ve yılan arkadaşım tarafından boyanmış, geriye Lilith’in tenini renklendirmek kalmıştı. Resim konusunda teknik bilgisi olmayan herhangi birisine “Ten rengi nasıl elde edilir?” diye sorulsa vereceği cevap ‘kahverengi, beyaz, belki sarı veya pembe’ gibi bir cevap olacaktır. Ben de bu tahminden hareketle boya kutusu içerisinden kahverengi ve beyaz tonlarını aramaya başlamıştım.

O esnada arkadaşlardan birisi müdahale etti ve ten renginin bu şekilde elde edilemeyeceğini söyledi. “Peki, nasıl?” dedim. “Sarı, kırmızı ve mavi renklerini karıştıracaksın” dedi. Aslında çok basit bir bilgiydi resimden anlayan için belki ama ben bir yandan bu renkler ile nasıl mümkün olur diye şaşkınlık yaşarken, diğer yandan bu cevap algı dünyamda yeni pencereler açılmasına neden oluyordu. Zihnimden pek çok düşünce geçerken, evrenin bize öğretilen kalıplardaki kadar basit ve tek düze olmadığını hissetmiştim bir kez daha. Bir yandan aklıma “kırmızı yani kan, mavi yani damarlar, sarı yani kemikler mi acaba” gibi açıklamalar gelirken belki de tenimizin saydam olduğunu düşünüyor, diğer yandan da ana renkler ve ara renkleri düşünüyordum. Doğada üç ana renk vardı: sarı, kırmızı ve mavi. Diğer tüm renkler, bu ana renklerin karışımından oluşuyordu. Yani aslında biz insanlar en yalın, en çıplak halimizle, tüm coğrafyaların ve sistemlerin kıyafetlerinin ve ten renklerinin ötesinde hem aynı renklerden oluşuyorduk, hem de doğadaki tüm renkleri tenimizde barındırıyorduk. Denizlerin ve gökyüzünün mavisini, toprağın ve başakların sarısını, çileğin ve lalelerin kırmızısını… Hepimiz aynı özden gelen bir bütünün parçası…

Benzer bir heyecanı yani öğrenilen bilgilerin algı dünyasında yeni pencereler açması durumunu yeni diller öğrenirken de yaşamıştım. Fransızca ve Kürtçe öğrenme girişimlerim hem iki dili kıyaslama hem de bu iki dili kullanan toplumların tarihselliğini kavrama açısından heyecanlı olmuştu. Heyecanım bir yabancı dil öğreniyor olmaktan ziyade, bir dilin şekillenişinde toplumsal yaşamın gerçekliğine ve egemen ideolojinin yaratmak istediği algılara ait sembollerin çokluğunu görmüş olmaya dairdi. Günlük yaşamda kullanmakta olduğumuz dil, aslında tek başına toplumsal yaşamın ihtiyaçlarına göre üretilmiş kavramlardan ibaret değil, aynı zamanda hâkim ideolojinin toplum üzerinde yaratmak istediği düzene göre de şekillenmiştir. Eleanor Leacock “İdeoloji ve davranış arasındaki bağ, eşitlikçi toplumlarda hiyerarşik toplumlara oranla çok daha kuvvetlidir. Çünkü bu hiyerarşik toplumlarda eşitsizlik ve sömürünün gizlenmesi, bir yandan ikircikli ve çelişik bir söylemin, bir yandan da buna uygun bir ritüelin inceden inceye geliştirilmesi ve kurumsallaşmasıyla gerçekleştirilmektedir.” der. Yani aslında hiyerarşik toplumda yaşayan bireyler olarak kullandığımız dilde örtülü hiyerarşik tanımlar ve gerçeklik ile çelişkiler vardır. Örneğin Fransızca dilinde tüm canlılar ve cansız nesneler dahi eril ve dişil ekler ile tanımlanır. Meslek isimlerinden profesör, yargıç gibi meslekler eril iken, hastalık isimleri çoğunlukla dişildir. Bir ortamda yüz tane kadın varsa ‘kadınlar’ denir ama tek bir erkek dahi gruba dâhil olursa o zaman ‘onlar’ tanımı yerine ‘erkekler’ denir. Ya da mutfak malzemeleri çoğunlukla dişil ek alırken, ofis malzemeleri çoğunlukla eril ek alır. Ve tabii ki ‘Tanrı’ kelimesi de erildir. Kürtçe’de ise dişil öğeler genellikle daha değerli olanlar için kullanılır. “Ya Star” sözü araçların üstünde dahi yazan, çok kullanılan bir sözdür ve “Allah korusun”, “Ey koruyan” gibi anlamları vardır. Star ise Tanrıça inancından gelen bir isimdir. Aslında koruyan olarak görülen Tanrıçadır. Yine Kürtçe’de ‘jin’ kelimesi kadın anlamında, ‘jîn’ ise yaşam anlamında iken, ‘mîr’ kelimesi bey ve ‘mir’ de ölüm anlamındadır. Bir dilin şekilleniş ve kullanılışındaki bu farkların kökenine inildiğinde pek çok gizem barındırdığı görülecektir. Gerçekten de örtülü ve ikircikli söylemlerin nasıl da günlük yaşamdaki dilimize sirayet etmiş olduğunu da anlamak mümkün olacaktır. Aradaki fark Eleanor Leacock’un dediği gibi ‘hiyerarşik toplum’ veya ‘eşitlikçi toplum’ olup olmama durumundan kaynaklanmaktadır. Devletleşmemiş halkların veya ilkel toplulukların dilleri daha eşitlikçi ve dişil unsurlar taşırken, uygarlık dilleri iktidarların sömürü düzenini örtecek bir erilliğe; kadını, doğayı ve ezilen tüm kesimleri nesneleştirecek bir özne tahakkümcü pozitivizme sahiptir. 

Bizler çoğunlukla bu ayrımın farkında olmayız çünkü her yeni güne başlarken bizlere doğru olarak öğretilmiş kodlamalar ile dolu hayatlarımıza gözümüzü açıyoruz. Mevcut eğitim sistemi ve toplumun doğruları, daha çocukluğumuzda başlıyor düşüncelerimize kalıplar çizmeye. Neyi giyeceğimiz, kimi sevip kime düşman olacağımız, erkeksek ağlamayacak kadar sert olduğumuz, kadınsak narin, kırılgan ve biraz da “eksik etek”, “saçı uzun aklı kısa” olduğumuz, bu dünyaya gelmiş ‘Tanrının kulları’ veya ‘devletlerin vatandaşları’ olarak isyan etmeden kurallara uymamız, kuralları sorgulamamamız, en büyük gayemizin okuyup iyi bir iş bulmak olduğu gibi pek çok kural ile yaşamlarımız kuşatılıyor.

Toplum tarafından, aile tarafından, otoriteler tarafından şekillendirilmiş gerçeklik algımızla kurgulu dünyalarımızda mevcut yaşamımız dışında başka bir yaşamın mümkün olamayacağını benimser, hatta “bizim gibi” olmayan, “bizim doğrularımız” dışında kalanları kabullenemez ve “normal olmamakla” etiketleriz. Herkesin bizim baktığımız pencereden bakmasını ve aynı şeyleri görmesini ister, ait olduğumuz ailenin, grubun, etnik kimliğin, dini inancın veya türün ‘en doğru, en yüce, en normal’ tarafta olduğuna inandırılırız. Farklı yaşama, farklı düşüncelere, farklı renklere, davranışlara yer yoktur dünyalarımızda. Bu sayede çok fazla çeşitliliği barındırır gibi görünen ama tam bir kültür erozyonu olan ve faşizmi her gün besleyen kapitalizmin, yaşamın tüm hücrelerine hükmeden tanrıları tarafından daha kolay yönetilir hale geliriz. Bahsettiğimiz ‘biz’ olma durumu, gerçek anlamda biz değildir çünkü. Kendini bütünden ayrıştıran ve birbirleri ile savaştırılan küçük gruplardır.

Aslında düşünmekten korkarak duvarlar ördüğümüz algı dünyalarımızı özgürleştirmekten geçer biraz da toplumsal değişimi mümkün kılmak. Kazanılmasını istediğimiz bir davranışı eyleme dönüştürmek için önce düşüncede değişimi başlatmak gerekir. Bazen açılan küçük bir pencere, doğru diye bildiğimiz dogmatik kalıpları yıkmaya yetebilir. Zihnimizdeki kalıpları yıktıkça göreceğiz ki düşmanımız halklar veya bizden olmayanlar değil, bizi düşmanlaştıran politikalar ve savaşlardan kâr elde eden iktidarlar, göreceğiz ki tüm canlılar, diller, dinler, cinsiyetler, farklılıklar veya sınırların ötesinde hepimiz bir bütünün birbirinden üstün olmayan eşit parçaları, göreceğiz ki özgürlüğümüzün önündeki en büyük engel yine kendi düşüncelerimizin önüne çektiğimiz setler. Hepimiz sarı, kırmızı ve mavi…

'Nasıl kurtaracaksın yurdunu?
Sen kendin tutsak, olası mı?
Önce kendi içinde başlat isyanını
Atar damarlarından kılcallarına kadar
Basıncaya kadar onur sokağındaki polis karakolunu
En son kaldırım taşını atıncaya kadar hücrelerinin
Vali konağına çekinceye kadar yüreğinin kızıl bayrağını...'
Aydın Adamoğlu (Yurttaşım Gardaşimu)

 

 

Bu haber toplam 5643 defa okunmuştur
Gaile 391. Sayısı

Gaile 391. Sayısı