1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Sade Günce Devam (5)
Sade Günce Devam (5)

Sade Günce Devam (5)

Sade Günce Devam (5)

A+A-


Münevver Özgür
munnevver.ozgur@gmail.com

Bu hafta günceye devam etmek tam bir işkence...

Çünkü… Çünkü… Koskocaman bir SOMA düştü gündemime. Aslında hepimizin gündemine… Bir anda, o feci kayıpların telafi edilemediği uzak ama yakın diyara göç ettik. Bir anda, o içinden çıkılmaz derin çukurda bulduk kendimizi… Trajedi tüm kederi ve insansı burukluğuyla geldi ve sofralarımıza oturdu...

Acılar, acılar, acılar...

Küçük bir kız gibi kalemim küsmeye ne kadar meyilli hâlbuki… Kırk yedi yaşında çekilmeyen bir kırılganlık, şımarıklık… Çok-bilmişlik… Snobluğa yakın küçük burjuva edaları… Saygılı, kibirli… Kıbrıslı… Kendisini dünyanın merkezi sanan tam bir Kıbrıslı… Hâlbuki, ne kadar yaklaşmıştım yine kendime ve güzel sözcüklerle örgüler örerek kendimi gizlemeye…

Son yayınlanan ‘günce’nin ardından, kendimi ve hikâyemi bıraktığım yerden bir yerlerden devam edecektim anlatmaya. Hayat yine günlük akışında devam edecekti. Benli veya bensiz. Ben bunu bilerek veya bilmeyerek, yazarak susmaya devam edecektim. Okuyan okuyacak, okumayan okumayacaktı Gaile’yi. Ve artık bir Gaile’li olan beni. Dert etmeyecektim. Umursamayacaktım. En azından dert etmiyormuşum, umursamıyormuşum gibi davranacaktım. Ne de olsa, gaile çekenler kendi gaileleri ile kalacaklar, gaile çekmeyenler ise kendi eğlencelerinde dinlenecekti. Ve ben sadece yazı yazarak mücadele verilebileceğine pek inanmasam da, inanırmışım gibi yaparak kendimi teselli edecektim… Teselli, teselli… Ah ne teselli ne teselli!

Ama gelin görün ki, her zaman olduğu gibi, hayat yine Müne’den bir haber, kendi sürprizini sürdü önüme. Önümüze… Kaçınılmaz bir yenilgi, dilden dile dolaştı... Hepimizin yenilgisi! Ve bu yenilgi, işte karşımızdaydı. Bakan baktı. Gören gördü. Hepimiz kaybettik, hepimiz yenildik. Neyi kaybettiğimizi, neyin karşısında yenildiğimizin adını koyamadan bu çöküşü yaşadık. Soma işçileri ile beraber ambulans beyazlarını kararttık. Kanlı ayak izleri bırakan kirli çizmelerimizden utandık. Yılmaz Erdoğan şiirini gazetelerden kesip cüzdanımızın içine sakladık. Twitler paylaştık. Sorgulamalarımızı hınçla bir kenara bırakarak, yapıştık kaldık haberlere. Gözyaşları dökerek, yaşanan bu durumun yarattığı acı ve umutsuzluk tablosuna bakakaldık. Bu tabloda boş yere kendimizi aradık. Kendi yetersizliklerimizi ve suçluluk duygularımızı hangi imla kurallarına göre cümlelere yerleştirelim bilemedik. Özel TV kanalları aracılığı ile, kapitalizmin ‘k’sine bile dokunmadan, bilgi çağında olmamıza rağmen körlük çağına adım atışımızı belgeledik…

Soma kameralarda... Soma ekranlarda... Her yer Soma, her yer Foukassa (Skouriotissa)…

İstemeye istemeye Soma’dan yine Babama kayıyor düşüncelerim... Tüm yollar Roma’ya çıkarmış. Benim de yazılarımın çoğu Babam’a çıkıyor. Ne yapayım elimde değil... Elimde olsaydı belki de yazıyor olmazdım. Ama neyse, ne sözü uzatayım ne de lafı dolayayım... Ve konuya geleyim...
Bilenler vardır diye tahmin ediyorum ama ben Erben halama sordum, O bilmiyor. Bense hayal meyal, Babamın ölmeden önce yazdığı veya söylediği bir şeyleri anımsıyorum. En azından anımsar gibiyim... Enver Dedem, yani Özker Enver’in babası Vretça’lı Enver Mehmet dedem maden işçisiymiş. Ve onun babası da maden işçisiymiş. Ve maden ocaklarında bir kazada ölmüş. 1925’te korkunç bir kazada, madende beraber çalışan Rum ve Türk maden işçiler, yine beraberce ölmüşler... İşte galiba, dedemin babası, büyük dedem de bu kazada ölmüş. Pantelis Varnavas’ın kitabında 1925’te Foukassa (Skouriotissa)’da bu maden kazasında ölen on bir Kıbrıslının ismi var. Bu isimlerin arasında adı geçen Mehmet Halil benim büyük dedem mi acaba? Tonlarca kayanın düşerek girişi tıkadığı 18 Mart günü, aynen Soma’daki işçiler gibi, toksik gazlardan zehirlenerek feci bir şekilde yaşam veren Kıbrıslılardan hangisi benim büyük dedemdi acaba? On bir maden işçisi… Cesetleri yeryüzüne çıkarıldığında tanınmaz haldeymişler. İki ayrı toplu mezara gömmüşler onları… Rum Türk beraber…

Anılar, anılar, anılar…

“Babamın öldüğü gün, onun yaşamının bir ‘kaybediş’ öyküsü olduğunu düşünmekten kendimi alamamıştım”, demiştim. Bunun devamında da, içimde adeta bir dönence gibi dönen sorular yardımıyla bu ‘kaybediş’i çözmeye çalışacaktım – kendimce. Yine kendimce sorularım vardı. Kaybetmek nasıl bir fiildi öyle? Kimler kaybederdi? Kimler kazanırdı? İyiler gerçekten de adil dövüştükleri için hep kaybederler miydi? Babam iyi miydi? Neyini kaybedebilirdi ki insan? Parasını? Seçimleri? İktidarı? Dostlarını?
Babamın gerçek dostları kimlerdi? Neredeler şimdi?

Babam Özker Enver (sonradan Özgür) nerede kaybetti? Borsada, kumarda, aşkta, savaşta? Nasıl bir savaştı bu? Ne için mücadele veriyordu? Yoksa bir savaş vermiyor, körü körüne iman mı ediyordu? Sosyalizm, komünizm veya her ne “izim”se inandığı, Tanrı gibi varlığından bile şüphe edebileceğimiz bir şey miydi? Sorularım var, ama (yine kendimce) cevaplarım da var. Özker Enver, bir maden kazasında trajik bir şekilde dedesini kaybetti. Özker Özgür, dedesinin anısına ve emeğine duyduğu saygının da etkisiyle politikaya atılarak özgürlüğünü kaybetti. Sadece muhalefet halinde olduğu durumlarda değil kendi liderliğini yaptığı parti içerisinde de doğruları söyleme cesareti göstererek çevresine rahatsızlık vermeyi göze aldı; dostlarını kaybetti. Saflığı ve iyiliği ile başkalarına hep öncelik vererek, kendi sağlığını yitirdi. Mücadelesi uğruna, ailesi (eşi ve çocukları) ile deneyimleyebileceği bir ömrü doldurmaya yetmeyecek kadar sınırsız kucaklaşma ve sevgi dolu an kaybetti…

Peki biz ne kaybettik?

Biz hepimiz, onunla beraber kaybettik. Güncenin ilk satırlarında da yazdığım gibi, Soma maden işçileri ve onların yakınları ile beraber kaybettik. İsmini bile bilmediğimiz bir dedenin tarihi gibi, kendi insanlık tarihimizi kaybettik. Parti dedik, iktidar dedik, kötülüklerin arasında “iyi”lerimizi yitirdik… Sevgimizi, dostluğumuzu, gerçek dayanışmamızı yitirdik… “İzim”lerden kurtulmuş, beraberce, mütevazıce yaşanabilecek sade bir hayata olan inancımızı kaybettik…

Ve inadına… Tüm trajedilerin ve tüm kötülüklerin inadına iyi bir sözcük dizisi ile bitirmek adına bu günceyi:

“Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.”

(Can Yücel)

Bu haber toplam 1347 defa okunmuştur
Gaile 267. Sayısı

Gaile 267. Sayısı