1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Saatleri Sıfırlamak !?
Saatleri Sıfırlamak !?

Saatleri Sıfırlamak !?

Saatleri Sıfırlamak !?

A+A-

 

Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com


Bugünlerde kimi yazılarına yeniden göz attığım, toprağı bol olsun, W.Benjamin “Tarih Felsefesi Üzerine Tezler” de, Fransız Devrimi esnasında yaşanan ilginç bir olaydan söz eder. Yoğun çatışmaların başladığı devrim günlerinde devrimciler, Paris’in birçok mahallesinde, birbirinden bağımsız olarak neredeyse bütün ‘saat kuleleri’ni topa tutarak imha etmişler. Metaforik anlamı ‘saatleri sıfırlamak’ olarak da ifade edilebilecek olan bu eylemin ima ettiği, artık ‘eski dönem’in sona erdiği ve ‘yeni bir dönem’in (bir başka zamanın) başladığıdır. Devrim’in, geçmişten radikal bir kopuş olduğu tezi göz önüne alındığında teşbihte hata olmadığını söylemek mümkün olsa da, bu ‘kopuş’ ya da ‘saatleri sıfırlama’ hâlinin, devrimin zaman algısı ve  murat ettiklerini gerçekleştirmek bakımından ne kadar doğru ve geçerli olduğu, bugünlere kadar devam edegelen, şimdilerde ise yeniden alevlenen, özellikle sol ideoloji kapsamında, bir tartışma konusudur.

Toplumsal-siyasal-kültürel ölçekte ‘yeni’ olanın ya da bu iddiada bulunanın, öncesinden (eski olandan, geçmişten) farklılığını-başkalığını ortaya koymak bakımından kendisine ‘aşırı’ anlamlar yüklemesi ve bunu da bir ‘milat’ (yeni bir zamanın başlangıcı) olarak nitelendirmesi, sıklıkla görülen bir durumdur. Devrim ise bunun en tipik örneğidir; öyledir, çünkü kavram ve eylem olarak devrim radikalizmi içkindir ve de köklü değişimleri gerçekleştirmeyi amaç edinmektedir. 1789 Fransız Devrimi’nden hareketle, sözü edilen olayı (saat kulelerinin bombalanması) anlatırken,  Marksist  bir düşünür-devrimci olan, tarihi-kültürü, ‘ezen-ezilen’ ilişkisi üzerinden  yorumlayan, bu bağlamda devrimi bu türden ilişkileri ters yüz edecek radikal bir kopuş olarak kabul eden Benjamin’in zaman algısı ise dikkat çekicidir. Şöyle ki Benjamin, devrimle gerçekleşecek olan kopuşu, çoğunlukla sanıldığının aksine, ‘zamanın sıfırlanması’ olarak değil, bugünün geçmişle kuracağı yeni bir ilişki üzerinden anlam kazanması olarak nitelendirmektedir. Bir başka deyişle zamanı, kendi nesnelliğinde kronolijk, yatay olarak ileriye doğru lineer bir akış olmaktan çok; öznelliği de içkin, dikey olarak derinliğine yönelik işleyişi de olan,  “bugünün geçmişle oluşturacağı sarsıcı kümeleşle”mesi biçiminde algılamaktadır. Böyle olunca da, ‘yeni’ olarak ifade edilen şeyin, her şeyin sıfırlandığı radikal bir kopuştan -yepyeni bir başlangıçtan- ziyade,  geçmişle bugün arasında bir eklemlenmeyi içermesi ve bugünde -bugünün ihtiyaçlarında- o geçmişi dönüşüme uğratması bir gereklilik hâlini almaktadır. Kritik nokta da galiba burasıdır ve işte tam da burada yolun başı moderniteye kadar uzanmaktadır.

Bilindiği üzere Fransız Devrimi, daha öncesinde Rönesans, Reform ve Aydınlanma ile başlayan ve her birine dair karşılıklarını kültürel-bilimsel dönüşümlerde bulan modernitenin, ‘siyasal’ ayağını teşkil etmektedir ve bu andan itibaren tarih sahnesinde artık yeni siyasal birimler olarak ulus-devletler yer alacaktır. Bütün boyutlarıyla (kültürel-bilimsel-ekonomik-siyasal) köklü değişimler söz konusudur. Bu anlamda insanlığın gelişim serüveninde bir kırılmayı ifade eden modernite, esas olarak Batı merkezli yeni bir aşamadır ve dünya ölçeğinde tarihsel bir seçenektir. Artık ‘özgür’ iradesi/aklı ile ‘birey’ gündemdedir; o birey’i doğa karşısında güçlü kılan ‘bilim’in belirleyiciliği esastır; yeni üretim ilişkileri olarak kapitalizm açığa çıkmıştır; yeni sınıflar oluşmuş, ulus-devletler ve milliyetçilik başat konuma geçerek ardı sıra yeni ideolojiler boy vermiştir. Aşikâr olan ise, köklü değişimler içeren ve insanlığın gelişim serüveninde bir ‘ilerleme’yi ifade eden -‘ilerleme’ olarak kabul edilen- bu sürecin, paradoksal bir mahiyet de arz ettiğidir. Şöyle ki; özellikle ‘siyasal boyutu’yla (siyasal devrim) geçmişten radikal bir kopuşu ifade eden, bu bağlamda ‘yeni bir dönem’i (modern dönemi) açığa çıkaran süreç, ‘kültürel boyutu’yla (Rönesans’la) geçmişe yüzünü dönmekten de geri kalmayacaktır. Öyledir, çünkü Rönesans son kertede kadim Yunanın yeniden keşfi ve onun bugünde (modern dönemde) yeniden anlamlandırılmasıdır.  Aynı paradoksal durum, Kant’ın “separe aude”sinde karşılığını bularak ‘özgür iradesi’ ile hareket etmeye başlayan, bu anlamda geçmiş dönemdeki ‘kul’ olma hâlinden kurtulan ‘birey’in, yeni siyasal birim ‘ulus-devlet’ bünyesi altında ‘yurttaş’ konuma gelirken, bu kez de devletin ‘kulu’ olma durumuyla karşılaşmasında da yaşanacaktır.  Nitekim Batı’da ‘modernite’ tarihi, bir bakıma, bu paradoksal durumun aşılması tarihidir. Bir başka ifadeyle ‘demokratikleşme’ ya da ‘demokrasinin gelişmesi’ olarak adlandırılabilecek olan, en azından başlangıçta,  ‘yukardan aşağıya’ işleyen buyurgan/otoriter yapıların, giderek ve uzun mücadeleler sonucu, ‘aşağıdan yukarıya’ işleyen -‘demokratik’- bir mahiyete dönüştürülmesi tarihidir. Burada belirleyici olacak olan ise bu sürecin geçmişten ‘radikal kopuşlar’la mı (devrimlerle mi), yoksa geçmişi de içeren, içererek dönüştüren, bir süreklilik içinde (‘radikal kopuşlar’ yerine) ‘eklemlenmeler’le mi yaşanacağıdır. Esas olarak ideolojiler kapsamında anlam kazanan bu seçenekler, 20. yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde, tarihsel süreç içinde yöntem olarak her iki biçimde de hayat bulacak, özellikle Sovyetler Birliği ve sosyalist sistemin çökmesiyle de, bugünün ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel ölçekte farklılaşan kaotik dünyasında yoğun bir tartışma zemininde yeniden gündeme gelecektir.

Buradan hareketle, Türkiye’nin son 12 yıllık AKP iktidarının belirleyiciliğinde yaşadığı siyasal-toplumsal-kültürel iklimin mahiyetini, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde Başbakan Erdoğan’ın halk oyuyla ilk turdan seçilmesinden sonra daha bir ısrarla dillendirilen “Eski Türkiye-Yeni Türkiye”  ayrışmasını da, kestirmeden çıkarsamalarda bulunmak yerine, kanımca Türkiye’nin ‘modernleşme’ serüveni üzerinden okumak ve değerlendirmek gerekmektedir. Osmanlı’nın yaşadığı yenilgilerle içine girdiği çıkmazı aşmak için bir seçenek olarak gündeme gelen ve ‘Batılılaşma’ olarak ifade edilen bu ‘modernleşme’ serüveninin, geç başlamış olduğu (Batı’da 16.yüzyılda başlayan bu süreç, Osmanlı’da 19.yüzyılda, kabaca Tanzimat’la gündeme gelmiştir) bir vakıadır. Bu geç kalmışlık hâlinin ise bu serüveni, Batı’da yüzyıllara yayılan, ekonomik-siyasal-toplumsal-kültürel boyutları ve dinamikleriyle, geniş kapsamlı, uzun soluklu bir ‘süreç’ olarak yaşanmasının aksine; kısa vadeye hapsolmuş bir ‘proje’ algısına dönüştürdüğü, haliyle doğal iç dinamiklerinden çok, zorlayıcı dayatmalarla gerçekleşen bir hüviyete büründürdüğü aşikârdır. Bu yüzdendir ki, Türkiye’nin ‘modernleşme serüveni’, yukardan aşağıya, dar kapsamlı (asker-bürokrat-aydın) bir zümre tarafından dayatılmak suretiyle gerçekleşmiştir. ‘Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet’ çizgisinde seyreden ve toplam yüz elli yılı kapsayan bu süre içerisinde özellikle erken Cumhuriyet dönemi ise, uygulamada geçmişle bağı koparan en ‘radikal’ adımların atıldığı dönem olmuştur. Bir yanda pozitivizmle mücehhez doğruyu kendi inhisarına alan mutlakiyetçi tavır, diğer yanda ise devletin dine müdahalesi olarak gerçekleşen laiklik anlayışı, bu dönemde temel belirleyiciler olmuş, yukardan aşağıya doğru işleyen bu düzenek ise sonuç olarak, geleneksel/muhafazakâr karakteri ağır basan toplumsal tabanda yeterince karşılık bulamamıştır. Bir başka ifadeyle daha çok biçimsel olarak gerçekleşen modernite, toplumsal zeminde bir zihniyet olarak içselleştirilememiştir. Bu da doksan yıllık Cumhuriyet tarihine bir rejim sorunu olarak yansımış ve neticede modernleşme serüveni, sistemin kendini konsolide etme kaygısından ibaret,  zaman zaman darbelerle kesintiye uğrayan, aksak işleyen bir demokrasiden öteye gidememiştir.

20. yüzyıl sonu itibarıyla evrensel ölçekte yaşanan sarsıcı gelişmelerin, her yerde olduğu gibi Türkiye’de de karşılığı olmuştur. Bu aşamada, geniş ölçekte, ortaya çıkan tablo içinde belirleyici bileşenlerden bir tanesi, en genel anlamda modernitenin ‘ilerlemeci’ lineer ‘yatay’ zaman algısının ‘dikey’ zaman algısıyla yer değiştirmesi, bir bakıma ‘geçmiş’in geri çağırılmasıdır. Daha açık bir ifadeyle zaman yatay anlamda genişlerken dikey anlamda da derinleşmiştir. İkinci bileşen,  modernitenin belleklere müdahalesiyle tanımlayıp kategorize ettiği homojen ve ötekileri baskılayan ‘etnik/kültürel’ kimliklerin, yine bu dönemde, kuşatılmış o belleklerin özgürleşmeye başlamasıyla çoklu ve de etkin farklı kimlikleri/kültürleri yeni aktörler/alanlar olarak açığa çıkmasıdır. Daha açık bir ifadeyle belleklerin topoğrafyasının  genişlemesidir. Ve nihayet üçüncü bileşen ise modern dönemin temel siyasal birimi olan ulus-devletlerin monolitik yapılarının bozulmaya ve ulus-ötesi karaktere bürünmeye başlaması, bir başka ifadeyle mekânın da genişlemeye yüz tutmasıdır. Bu durum insanlık tarihinde yeni bir dönemi ima etmekte, Batı’sıyla Doğu’suyla tüm dünyayı kuşatmakta,  temel karakteristiği itibarıyla ise karmaşık ve bir o kadar da dinamik bir mahiyet arz etmektedir. Aşikâr olan, modernitenin zihniyet dünyasının da, paradigmalarının da bu tablo karşısında artık yetersiz kaldığıdır. Farklı bileşenlerin kesişmesiyle özgürlük alanlarının çoğalması da demek olan bu durum, zihniyet anlamında da, paradigma anlamında da değişiklikleri/dönüşümleri gerektirmekte, bu da, zihinsel ve düşünsel anlamda geniş ufuklu çabaları, siyasal-toplumsal anlamda ise yeni açılımları zorunlu kılmaktadır. Tam da bu dönemde ısrarla ‘değişim’ taleplerinin ve vurgusunun yapılmasının, sürekli ‘eski-yeni’ ayrışmalarının dillendirilmesinin arkasında işte böylesi dinamik bir tablo söz konusudur.

Türkiye’de 2002 yılından bu yana geniş toplumsal destekle iktidarda olan ve siyaseti belirleyen AKP, dışarda ve de içerde işte bu değişimlerin yaşandığı dönemin ve koşulların ürünüdür. Daha doğru bir ifadeyle AKP bu tarihsel dönemeçte oluşan boşluğu, kendini dönüştürerek doldurma becerisi göstermiştir. Yine bu yeni dönem ve koşullar karşısında, anlayış ve sergilediği yaklaşımlar bakımından anakronik kalan muhalefetin mevcudiyeti de AKP’nin gücüne güç katmıştır. Sonuç itibarıyla, beğensek de beğenmesek de, samimiyeti ve sahiciliği konusunda endişe taşısak da taşımasak da, Cumhuriyet rejiminin dışarda bıraktığı toplumsal kesimleri iktidara taşımasıyla (bu şimdilerde moda tabirle ‘yeni siyaset sosyolojisi’ olarak tanımlanmaktadır) ,  rejim üzerindeki askeri vesayeti ortadan kaldırmasıyla, rejimin tabularına dokunmasıyla, değerler sistemine müdahale etmesiyle, demokratik açılımlar sergilemesiyle AKP Türkiye’de yeni bir döneme kapı aralamıştır. Ancak bunun sancılı bir dönem olacağı ise aşikârdır. Öyledir, çünkü,  AKP’nin tek hâkimi olan ve aşırı güç temerküzüyle giderek otoriterleşen yeni Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tavrı bir yana;  onu yere göğe sığdıramayan, en küçük eleştiriden azade kılan yandaşlarının şakşakcılığıyla, yine her şeyi kendi tanımına mahkûm ederek tümden reddeden muhalefetin tutuculuğu, hâlâ modernitenin “ikili karşıtlıklar” temelinde (“ilerici-gerici”, “doğru-yanlış”, “haklı-haksız” vb.) seyreden, ya biri ya diğeri dilemmasından birine yaslanmakla ve diğerini reddeetmekle yetinen, (eski) zihniyet dünyasının egemen olduğunun göstergeleridir. Oysa evrensel ölçekte bu dönemi ‘yeni’ kılan temel karakteristiklerinden birisi de, günümüz dünyasının “ikili seçenekler” yerine “çoklu  seçenekler” sunan bir değişim sürecinden geçiyor olduğu ve bunu karşılayacak yeni bir zihniyeti gerektirdiğidir.

“Saat kuleleri” ile başladık onlarla bitirelim. Soru şu: İyi de, bu yeni dönemde “saat kuleleri” ne olacak? Sözü daha fazla uzatmadan, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire” kitabında  yazdıkları ile yanıt vermekle yetinelim. Bu arada hatırlatalım, kitaba adını veren On Sekiz Brumaire’i, Louis Bonaparte’ın hükümet darbesi yaptığı tarihtir:

“Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel olaylar ve kişiler hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak”.

Bu haber toplam 1465 defa okunmuştur
Gaile 280. Sayısı

Gaile 280. Sayısı