1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Roman Sanatı’*
‘Roman Sanatı’*

‘Roman Sanatı’*

‘Roman Sanatı’*

A+A-

 

Adının ne olduğu üzerine çeşitlemeler yapıla dursun -modern sonrası, postmodern, bilişim, teknoloji  vb.- farklı bir çağda yaşadığımız aşikâr ve bu çağın öncelikleri de geride kalanlardan çok farklı. Yadırganacak bir durum da değil bu. İçinde bulunduğumuz dönemin en belirgin tezahürlerin-den birisi ise ‘aşırı bireycilik’. Şu söylenebilir:  Bireyin kendi çıkarlarının esas alındığı, hayatın daha çok bu esas üzerinden yaşandığı, bir başka ifadeyle yüzeyselliğin ya da vasat(lığ)ın öne çıkarak, derinliğin kaybolduğu bir dönem bu. Elektronik-teknolojik altyapının hız kazandırdığı, bilginin -bilgi kırıntılarının- bu hız içinde sahiplenip tüketildiği, kültürün, -kültür endüstrisinin- kitlesel taleplere ve tüketime uygun olarak standardize edildiği bir çağ. Bu yüzden zihinsel ve kültürel ciddi bir zafiyeti içkin ve bu zafiyetin her alanda yansımalarının olması da kaçınılmaz. Nitekim öyle de olmuştur; şimdilerde bir şeyin üzerin(d)e enine boyuna düşünmek lüks; anlama çabası gereksiz uğraş; edebiyat daha çok teknik düzeyde çeşitlemelerle sınırlı bir alan; ‘roman’ ise bunun uç örneklerini üretmekle meşgul.  Bu nedenledir ki edebiyatın ya da romanın bitip bitmediğinin ya da bugünün dünyasında nasıl bir hâl aldığının tartışılan temel soru(n)lardan biri olması tesadüf değil. Bu noktada belki bir ‘bilen’e kulak vermekte yarar var.

Milan Kundera sadece evrensel ölçekte karşılık bulan bir romancı değil, aynı zamanda ‘roman sanatı’ üzerine düşünüp yazan da bir yazar. Bu yazıda sözü edilen ‘Roman sanatı’ kitabı  (1987)  onun roman sanatı -ve kendi roman(cılık) anlayışı- üzerine bir dizi denemesini içeren önemli bir çalışması. Daha ilk yazısında (Cervantes’in Hor Görülen Miras) şu çarpıcı tespiti yapıyor Kundera, bugünün dünyasına dair: “Bilimlerin gelişmesi insanı uzmanlık alanlarına yöneltti. Bilgilenmesi arttıkça insan, hem bütünlüğü içinde dünyayı, hem kendisini gözden kaçırıyor ve böylece yok olup gidiyordu. Bu yokoluşu büyülü bir biçimde dile getiren de Husserl’ın öğrencisi Heidegger’di: ‘Varlığın unutulması”  Buraya mim koyuyor ve kendi romancılığını  “varlığın unutulması” tespitinden hareketle belirleyerek şunları not düşüyor üstat:  “Romanın varolma nedeni ‘yaşamın dünyası’nı sürekli ışık altında tutmak ve bizi ‘varlığın unutulması’na karşı korumak”tır.

Şu gerçeği kim inkâr edebilir: Anlam ve değer yoksunu günümüz dünyasında bir bakıma varo-luşsal krizle malûl olan insanoğlu, giderek sığlığın ve vasatın kuşattığı bir yaratık hâlini almıştır. Roma-nı hâlâ var ya da gerekli kılan da galiba işte bu inkâr edilemez gerçeklik. Şundan; roman tam da bu sığlık ve vasatlık hâli karşısında, yaşamın karmaşıklığına vurgu yapmakta ve Kundera’nın da belirttiği gibi okuruna (insana) “olayların sandığından daha karışık” olduğunu hatırlatmaktadır. Daha açıkçası romanda  -has romanda şüphesiz- basit ve kolay yanıtlara yer yoktur. “İnsan” der Kundera, “iyiliğin ve kötülüğün açık ve seçik ayırt edilebileceği bir dünya diliyor, çünkü anlamadan önce yargılamak isteğini doğuştan ve önlenemez bir biçimde (içinde) taşır.”  Yargılama ve hüküm vermenin ideolojilerin ve dinlerin işi olduğu, insanoğlunun belirsizliğin ve karmaşanın huzursuzluğunu yaşamak yerine, ideolojilerin ve dinlerin kesinliğini (tek bir doğru üzerinde ısrarlı olma hâllerini), hem zihinsel konformizm ve rahatlık ve hem de iç huzur sağladıkları için tercih edebileceği anlaşılır bir durumdur. Öyle olsa da bu roman açısından -en azından has roman açısından- bu kabul edilebilir değil, aksine sorgulamaya tabi olmak gerekir. Değildir, çünkü dünya ve yaşanan olaylar “sandığımızdan daha karmaşıktır” ve bu karmaşayı çözebilmenin sırrı evvel emirde onu anlamaya çalışmaktan geçmektedir. İşte romanın yapmaya çalıştığı da ya da en azından önemli bir işlevi, anlama serüvenine yol açmasıdır. 

Nasıl mı? Şunları yazmaktadır Kundera:  “Tek bir doğru üzerine kurulu dünya ile, romanın görece ve çok anlamlı dünyası birbirlerinden bütünüyle farklı maddelerden yoğrulmuştur. Totaliter doğruluk göreceliği, kuşkuyu, soruyu dışlar, dolayısıyla roman anlayışıyla hiçbir konuda uzlaşmaz.”  O zaman şu rahatlıkla söylenebilir: Roman kesinlikler dünyasında değil, belirsizlikler dünyasında yol alır, bu bağlamda yargılamak ve hüküm vermekten çok anlamanın aracı olur. Bu noktada yine Kundera’ya başvuralım ve bu parantezi onun “romanın bilgeliği, belirsizliğin bilgeliğidir” sözleriyle tamamlayalım.

Yazarın romana belirleyicilik kertesinde yüklediği ‘belirsizlik’ vurgusu akla şu soruyu da getire-cektir: Peki ya romanda ‘gerçek(çi)lik’ nerededir? Üstat kendince bu soruya da yanıt verecektir: “Roman gerçekliği değil varoluşu inceler. Varoluş olup biten değildir. İnsan olanaklarının alanıdır. İnsanın olabileceği her şey, yapabileceği her şeydir. Romancılar, insanın şu ya da bu olanağını keşfederek varoluşun haritasını çizerler. Ama bir kez daha ortaya çıkıyor: Var olmak ‘dünyada konumlanmış olmak’ demektir. Dolayısıyla hem roman kişisini, hem dünyasını olabilirlikler şeklinde anlamak gerekir.”

Kundera romanları yaşamın karmaşık, aynı anda ihtimaller ve fırsatlarla yüklü dünyasına ışık tutarken, aynı yoğunluğu içkin ‘varoluşun unutulmasına’ da karşı koymaktadır.  Az şey midir?

Neredeyse otuz yıl önce yayınlanan ‘Roman Sanatı’ kitabını hâlâ okunur kılan da, bugün ‘varo-luşsal’ bir çıkmaz içinde olan insanoğluna, kendinde içkin olasılıkları ve olabilirlikleri hatırlatması ve bunların yeniden keşfedilmesinde romanın vazgeçilmezliğine dikkat çekmesi olsa gerektir.

--------------------------------------------------------

* Otuz yıl önceki versiyon:
M. Kundera, Roman Sanatı, (İstanbul: Afa, 1989) 187s.
Yeni basım:
M. Kundera, Roman Sanatı, (İstanbul: Can Yayınları, 2002) 160s.

Bu haber toplam 3700 defa okunmuştur
Gaile 357. Sayısı

Gaile 357. Sayısı