1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Referandum! Duma Duma Dum!
Referandum! Duma Duma Dum!

Referandum! Duma Duma Dum!

“Hayır” bildirisi dağıtan devrimci demokrat gençleri “sadece siyasal partiler propaganda yapabilir” diyerek gözaltına alarak yıldırmak isteyen polis müdürleri bu referandumun parlak bürokratlarıydı

A+A-

Hakan Tanıttıran
kalkedonyayinlari@gmail.com

 

TC Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 16 Nisan Anayasa referandumunun sonuçlarını “200 yıllık sistem arayışları son buldu” sözleriyle değerlendirdi.

Aslında bu sözler Erdoğan’ın ve ekibinin siyasal bakışını iyice özetlemektedir.

Peki, 200 yıl önce başlayan ve bugüne değin devam eden ve şimdi Erdoğan’a göre biten süreç nedir?

Sultan Karşı Kanun

Yaklaşık 200 yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nda işler iyi gitmeyince bir Batılılaşma hamlesi başlamıştı. Osmanlı sultanları geriye düştükleri Batı karşısında durumu eşitlemek için iktidarlarını tehlikeye atmadan teknoloji ve askeri gelişmeleri Osmanlı’ya ithal etmek amacıyla birtakım düzenlemelere giriştiler. Elbette ithal edilen tek şey Batının gelişkinliği olmadı. Batıdaki kültürel yapı, değişim fikirleri de açılan ithalat kapısından ülkeye sızdı. Artık Batının gelişimini kendi toplumsal ve iktisadi gelişmesinin anahtarı olarak gören yeni bir eğitimli bir genç kuşak oluşmuştu. Batının önemli oranda iç dinamiği ile geliştirdiği süreçler, bu sürece kendi iç dinamiği ile geçemeyen Osmanlı jön Türklerini ciddi bir biçimde etkiledi. Onlar Batının gelişkinliğinin sonuçlarını ithal ederek onu yakalayamayacaklarının farkına varmışlardı. Yapılması gereken Batıya benzemekti. İlk koşul da tek muktedir olarak Sultanın otoritesinden kurtulmaktı. 1789 ve 1848 Fransız devrimlerinin yakıcı etkisiyle bu işin piyangosu 1876 yılında meşruti fikirlere yakın diye tahta geçirilen II. Abdülhamit’e çıkmıştı. Aynı yıl ilan edilen Kânûn-ı Esâsî Osmanlı’da sultanın iktidarını kısıtlayan ilk anayasal metindir. Erdoğan’ın pek sevdiği Kızıl Sultan Abdülhamit 2 yıl sonra bu anayasayı askıya almış ve iktidarını baskı ve zora dayalı olarak korumaya çalışmıştır. Ancak her türlü baskı ve terör ile geçen 30 yıllık sürenin ardından 1908 ayaklanmasıyla meşrutiyet yeniden ilan edilmiş ve anayasa tekrar yürürlüğe sokulmuştur. Hatta Teşkilât-ı Esasîye Kanunu'nun kabul edildiği 20 Ocak 1921 tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın yürürlüğe girdiği 24 Mayıs 1924 tarihi arasında bile kısmen yürürlükte kalmıştır.

Bütün bu yıllar sultanın yetkilerinin kısıtlama çabası içinde geçmiştir. 1500’lü yıllarda yaşayan Fransız hukukçu Jean Bodin’den beri yürütmenin (iktidarın) yetkilerini ne kadar kısıtlarsanız o kadar demokratik bir toplum yaratırsınız fikri Osmanlıda sultanın iktidarının anayasa yardımıyla kısıtlanması anlamına gelmişti.  İşte Erdoğan’ın bitti dediği süreç kısaca budur. Artık yürütmenin (sultanın) yetkileri kısıtlanamayacak, öze dönülecektir.

Bu yönüyle bakacak olursak 16 Nisan 2017 Referandumu demokrasi açısından 1876 Anayasa girişiminden bile geridedir. O yıllarda yürütmenin (Sultanın) yetkileri kısılıp anayasal kurallarla çevrilmeye çalışılırken bugün yürütmenin (Türk tipi Cumhurbaşkanlığı) yetkileri arttırılıp meclis ve anayasa denetiminin dışına çıkarılması amaçlanmaktadır. Anayasal ve yasa denetimi açısından demokrasiden uzaklaşma anlamına gelen düzenlemeler halk onayından geçirilerek “demokratik” sıfatı ile süslenmeye çalışılmaktadır. AKP iktidarı boyunca demokrasi halkın 5 yılda bir oy vererek iktidarları belirlediği ve bununla yetinilen ilkel bir yoruma tabi tutulmuştur. Bunun dışında halkın örgütlenerek karar verme süreçleri sürekli engellenmiş, örgüt sözcüğü 12 Eylülcülerden devir alınarak iyice kirletilmiş, terör sözcüğü ile eşanlamlı kullanılmıştır.

Referandumun Diyalektiği

Referanduma gelirsek tüm demokratik ülkelerde anayasa değişiklikleri nitelikli sayılacak bir oy ekseriyetiyle yapılabilmektedir. Türkiye’de de Mecliste anayasa değişikliklerinin yapılabilmesi 550 milletvekilinin 367’sinin oyuyla mümkündür. Yani nitelikli bir çoğunluk aranmıştır. Ancak kanun koyucu referanduma gitme durumunda salt çoğunluğu yeterli görmüştür. Bu başlı başına bir sorundur. Toplumun ekseriyetinin küçük bir fazlası ile yapılacak anayasa değişiklikleri toplumsal ve siyasal krizleri ve yönetememe sorununu da beraberinde getirir. Bu işin doğasında vardır. O nedenle anayasalar toplumsal bir uzlaşma ile hazırlanmalıdır.

Kuşkusuz Türkiye’nin demokratikleşmesi için köklü bir anayasal reforma ihtiyaç vardır. Ancak bu anayasa referandumu ihtiyaçların hiçbirine cevap vermemekte, sadece yürütmenin yetkilerini artırarak bir tür otoriterleşmenin önü açılmaktadır. Demokratik süreçlere kendi iç dinamiği ile geçemeyen ve devletin kurumsal yapısının yukarıdan aşağı oluşturulduğu ve bu nedenle çok güçsüz olduğu Türkiye’de, bu tür bir yürütme diktasına kurumların direnebilme gücü bulunmamaktadır.

Referandumun Meşruluğu

Referandum sonuçlarını açıklandığı gibi kabul etsek bile çıkarılacak tek sonuç halkın yarısının bu türden rejim/sistem değişikliklerine onay vermediği olur. Kaldı ki bir referandumun meşruluğu sadece sayılan oyların hilesiz bir biçimde açıklanmasından ibaret değildir. O referandumun eşit ve adil bir propaganda süresi sonucunda gerçekleşmesi ilk koşuldur. Tüm referandum süresince tüm devlet olanaklarını, kamu kaynaklarını kullanarak, medya tekeli oluşturularak sürdürülen bir evet kampanyası da görmezden gelinebilir. Ancak anayasal hakların ortadan kaldırıldığı bir olağanüstü rejim altında yapılan hiçbir seçim meşru olamaz. Kaldı ki 3. en büyük parti olan HDP’nin eş başkanları dahil neredeyse tüm milletvekilleri ve 5000’e yakın parti kadrosu anayasal bir ihlal sürecinin sonunda tutuklanarak cezaevlerine doldurularak sesleri kesilmişken yapılan bir referandumun nasıl meşruluğundan bahsedeceğiz.

Bizzat TC Cumhurbaşkanı ve Başbakanın ağzından “Hayır” oyu verenlerin terör örgütleri ile aynı oyu verecekleri, hatta hızını alamayarak teröre hizmet edecekleri propagandası yapılırken “Hayır” olarak verilen 23 milyon oyun önemi ortadadır. “Hayır” mitingi yapmak isteyen Komünist Parti’ye yeterli polisimiz yok diye miting izni vermeyen Validen tutun da, “Hayır” bildirisi dağıtan devrimci demokrat gençleri “sadece siyasal partiler propaganda yapabilir” diyerek gözaltına alarak yıldırmak isteyen polis müdürleri bu referandumun parlak bürokratlarıydı. Hoş “Hayır” bildirisi dağıtan CHP Gençlik Kolları da bu polisiye uygulamadan kendini kurtaramayarak defalarca gözaltına alındı. Hele hele Referandumun sonuçlarına itiraz eden siyasi partilere “Yenilen pehlivan güreşe doymazmış çamura yatıyorlar” diyen valiler ortaya çıkınca insan bu referandumun taraflarını daha net seçebiliyor. Referandumun meşruluğuna kayda değer darbeyi bizzat YSK’nın kendisi vurdu. Bu darbe seçim sırasında aldıkları kanunsuz kararlarla sınırlı değildir. YSK’nın seçimlere geçilmeden eşit adil bir propaganda için gerekli koşulları sağlamaya yönelik çabasını gören olmamıştır.

YSK kanun koyucu mudur ya da kararlarına itiraz edilemeyen olağanüstü bir mahkeme midir?

“Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun"un "Sandığın açılması ve zarfların sayımı" ile ilgili olan 98'inci maddesinde mühürsüz oyların geçersiz olduğunun belirtilmesi aslında tüm tartışmaları bitirmesi gereken hukuki bir düzenlemedir. Hiçbir mahkeme yasanın amir hükümlerine aykırı, onu değiştiren bir hüküm kuramaz, idari kararlarla yasa hükümleri ortadan kaldırılamaz. Burada kanun koyucu (TBMM) ne demişse mahkemeler onu uygulamakla yükümlüdür. YSK da yüksek yargıçlardan kurulu bir mahkemedir. Kararlarına itiraz edilecek hiçbir merciinin olmadığı iddiası da komiktir. Çünkü demokratik ülkelerde bu yetki kimseye verilmemiştir. Her mahkemenin bir üst itiraz makamının olması Avrupa hukukunda da olmazsa olmaz bir yaklaşımdır. Burada YSK’ya verilen görev yasanın uygulanmasını sağlamak için görev yapmaktır yasanın son derece sarih olan amir hükümlerini değiştirmek değil. Aslında seçim gününe kadar YSK’da en azından kanunların gösterdiği yolda genelgeler yayımlamış, seçimlerin bu genelgeler yoluyla kanuna uygun seyretmesini sağlayacağını ilan etmiştir de. Yayımladıkları genelgede yasada belirtildiği gibi "Sandık kurulunca verilen biçim ve renkte olmayan, üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü bulunmayan, tamamı yırtılmış olan, üzerinde ilçe seçim kurulu ve sandık kurulu mührü dışında herhangi bir mühür, imza, yazı, parmak izi veya herhangi bir işaret bulunan zarflar geçersiz sayılır” diye ilan da etmişlerdir. Seçim sürerken yayımladıkları genelgeye tam ters idari bir karar vererek yasanın amir hükümlerini uygulamayacaklarını açıklayarak sayım sırasında “mühürsüz zarf ve oy pusulalarının da dışarıdan getirildikleri kanıtlanmadığı sürece kabul edileceği” kararı tam bir hukuk garabetidir. YSK’nın böyle bir yetkisinin olup olmadığı bir yana bir pusulanın veya zarfın dışarıdan getirilip getirilmediğini gösteren şey zaten sabah sandık kurulunun vurduğu mühürdür. Zarfların ve pusulaların özel filigramlı kağıda basıldıkları için orijinal sayılması gerektiği iddiası da sahte para cenneti ülkemiz için komik olmuyor mu?

Referandum Sonrası Türkiye

Referandumun meşruluğu ile ilgili tüm tartışmalı kısımları bir kenara bırakırsak yazının başında değindiğimiz Erdoğan’ın 200 yıllık süreç vurgusunda bir haklılık payı bulunmaktadır. Gerçekten de 200 yıldır bir demokrasi mücadelesi sürüyor. Kan bağıyla gelen sultanların mutlak idaresinden Kasımpaşalı bir yoksul mahalle çocuğunun seçimlerle iktidara gelmesine neden olan bir değişimi genel olarak kabul etmek lazım. Ancak Erdoğan’ın yanılgısı 200 yıllık bu mücadelenin bittiğine dönük algısı. Halbuki Erdoğan, iktidarının en güçlü olduğu yılları artık geride bıraktı. Şimdi karşısında seküler bir kampta buluşmuş, CHP ve temsil ettiği cumhuriyetçi kitleler, HDP ve Kürt özgürlük talepleri, demokratik ve seküler bir yönetim isteyen muhalif MHP’liler, ulusalcılar, liberaller ve samimi Müslümanlardan oluşan ülkenin yarısı var. Eğer iktidar topyekün bir kapışmayı zorlarsa karşısındaki bu blok daha da genişleyebilir. Erdoğan’ın hem 2007 sonrası her seçimde hem de bu referandumda halkın en gerici en milliyetçi en ilkel duygu ve tepkilerine seslenen siyaseti bir yol ayrımına gelmiştir. “ Evet çıkmazsa iç savaş çıkar!”, “İdamı geri getireceğiz”, “Avrupa sen kimsin!” vb. söylemlerinde somutlanan bu çizginin sürdürülmesi durumunda bunun 200 yıllık bu tarihsel süreci, son bir kapışmaya iteklemesi kaçınılmaz gözüküyor. Bu eğilimin devamı her noktada kaos ve çatışma üretir. İşte böyle bir durumda siz bugün her türlü hile üç kağıt iddiasına karşı “Atı alan Üsküdar’ı geçti” pişkinliğine bakmayın. Yüzde 49, her türlü direniş ve mücadele dinamiğini içinde barındırıyor. Öykünülen sultanların halkın eğitimli yüzde 10’u karşısında mücadeleyi kaybettiği düşünülürse gelecek o kadar da karanlık değil!

Bu haber toplam 2111 defa okunmuştur
Gaile 416. Sayısı

Gaile 416. Sayısı