1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Paradigma: Yıldızlı gecedeki otostop
Paradigma: Yıldızlı gecedeki otostop

Paradigma: Yıldızlı gecedeki otostop

Santiago’yu bir benzin istasyonuna park ettim. Yola devam edecek gibi değiliz. Ve benim yarınlarıma devam edebilmem için - insani bir bencillikle - evime dönmem gerek. Sağa-sola bakınıyorum otostop yapmaktan başka çarem yok.

A+A-

huseyin-bahca-002.jpg

00.04: Santiago’yu bir benzin istasyonuna park ettim. Yola devam edecek gibi değiliz. Ve benim yarınlarıma devam edebilmem için - insani bir bencillikle - evime dönmem gerek. Sağa-sola bakınıyorum otostop yapmaktan başka çarem yok. Otostop yapmaktan başka çarem olmadığını anlayan zihnim; ister istemez sol bileğimdeki saate kaydırıyor gözlerimi…

00.05: Yoldan geçen arabaların asfaltta bıraktığı ses; Mağusa’ya dönebileceğimi söylüyor. Yola koyuluyorum! Çantamda kitaplarım, not defterim, kalemlerim… Hava yirmi derecelerde olmalı. Rüzgâr yok. Karanlık yerine göre değişkenlik gösteriyor. Sol kolumu yola doğru uzatarak bekliyorum. Zaman kendinliğiyle akıyor… Yoldan geçen arabalar ben yokmuşum gibi bir his yaratıyor. Gözlerimi yumup acı gerçeği kabulleniyorum; yürümeliyim! Bu kabullenme süresince Jack Kerouac ve arkadaşlar hiç çıkmıyor aklımdan…

00.17: Yürüdüğüm dar banket, gölgemi karanlığına gömüyor. Yürüdükçe gölgemi kaybediyorum yolun gittikçe büyüyen gerçekliğinde. Ve ilk kez anlıyorum Santiago’suz(arabasız) kalmanın anlamını. Yürüdükçe arkamdan gelen ışıkları gözlemlemeyi öğreniyorum. Buna şaşırıyorum. Gece ötenlerin ötüşleri sarıyor Mesarya’nın kurak topraklarını. Duruyorum ve başımı göğe kaldırıp takım-yıldızlarını izliyorum. O an anlıyorum Mesarya’nın da göğe bakma duraklarından biri olduğunu.  Tam bu anda; yedi sekiz tane araba geçiyor arka arkaya. Yarattıkları yine aynı duygu; ‘ben yokmuşum hissiyatı’. Elimden yürümekten başka çare gelmediğini bir kez daha anlıyorum. Genç bacaklarıma güvenerek devam ediyorum adımlarıma…

00:26: Yolu aydınlatan soluk ışıkları görüyorum sağ gözümle. Hemen arkama dönüp sol kolumu yola doğru uzatıyorum. Krem rengi bir taksi yarım metre önümden geçiyor. Kapalı parmaklarımın dış yüzeyine vuruyor rüzgârı. En az 140 – 160 kilometre hızla geçmiş olmalı önümden. Taksicinin bu insana değer vermeyen hareketine sinirleniyorum. Ardından diğer arabalar geçiyor; durmaya dair hiçbir belirti göstermeden… Tam bu anda telefonum çalıyor. Arayan annem. Telefona bakmıyorum. Biliyorum; bakarsam uyuyamayacak.

00.42: Beyaz bir araba yaklaşıyor. On beş ya da on altı metre önümde durup dörtlülerini yakıyor. Koşturarak gidiyorum. Camlarına siyah film çekilmiş, içerisini göremiyorum. Kapıyı açmaya çalışıyorum, kapı açılmıyor. Şoför arabanın içinden uzanarak açıyor kapıyı. Arabanın içine doğru-düzgün bakmadan; acemi bir otostopçu telaşıyla arabamın bozulduğunu ve Mağusa’ya gitmeye çalıştığımı söylüyorum. Karşımdaki çekingen ses; “I can not speak turkish my friend…” diyor. Eğilip arabanın içine bakıyorum. Hayatımda ilk kez gördüğüm bir siyahi. Adının Rayen olduğunu söylüyor ve arabaya davet ediyor. Oturuyorum. Bir süre sonra; Zimbabweli olduğunu, gündüzleri okula gittiğini, geceleri de işlediğini söylüyor; okulunu bitirebilmesi için işlemesi gerektiğini ekleyerek... Zimbabweli reggaeci Manahant’ı dinleyerek ve yarım-yamalak İngilizcemle başka konular hakkında sohbet ederek ilerliyoruz. Beni ilerideki süper markete kadar götürebileceğini söylüyor. Müteşekkir olduğumu söylüyorum. Ve bu kısa yolculuğumuz kısa bir süre sonra bitiyor…  

01.03: Yoldan geçen arabaların sayısı gündüz trafiğini aratmayacak kalabalıkta neredeyse. Belli ki; Lefkoşa’nın merkezinden Mesarya bölgesindeki evlerine dönüyor bölge insanları. Bu düşünceye kapılıyorum arabalar önümden geçip gittikçe… Ve bir şoför korna sesiyle birlikte gecenin kulak-zarını yırtarcasına; “Bahcaaaaaaaa” diye bağırarak geçiyor önümden. Önümden geçen arabaya bakıyorum. Yirmi saniye sonra gözden kayboluyor. Daha önce böyle bir şaşkınlık yaşadığımı hatırlamıyorum ve yürümeye devam ediyorum… Ve bir süre sonra; asfaltta kırmızı-mavi bir ışık görüyorum; arkama dönüp bakıyorum ve sol elimi yine yola doğru uzatıyorum. Sol elimi yola uzatırken, sırtımı Mağusa’ya dönüyorum ve geri geri yürüyorum. Attığım her adım evime gidebileceğime dair inancımı daha da güçlendiriyor. Polis arabası uzunlarını yakıp söndürüyor. Dudaklarıma polis arabasının durup, içindeki polislerin hal-hatır soracağı için küçük bir tebessüm yerleşiyor. Fakat; polis arabası, hızını hiç kesmeden önümden geçiyor ve kayıplara karışıyor…

01:15: Yorgunluktan rengini tam olarak ayırt edemediğim bir araba duruyor. Koşturarak arabaya doğru giderken; “nere gidecen?” diye bir soru yankılanıyor arabanın içinden. “Mağusa’ya Abi.” diyorum. “E ben Luricina’ya gidecem, Yonca’ya kadar bırakırım ama seni istersan…” diyor… Arabaya oturup, kendimi tanıtıyorum. Adının Altan olduğunu öğrendiğim abimizle; toplumsal değerlerden ve toplumsal değişimden konuşarak ilerliyoruz gecenin karanlığında. Sohbetimizin üçüncü aşamasında ortak bir kanıya varıyoruz; Kıbrıs’ta artık federasyonun kurulması gerektiği yönünde. Ve Yonca görünürken; “ben, otuz yaşında araba sahibi oldum, onun için arabasızlığın ne olduğunu çok iyi bilirim…” diyor Altan abi. Tebessüm ve umutla iniyorum arabadan. Elbet bir gün yeniden görüşeceğimizi söyleyerek…

01:24: Yonca’dan Mağusa’ya doğru yürüyorum. Gecenin bu vaktinde bacaklarımdan başka bi’şey gelmiyor. Araba sayısı azaldı. Yıldızlar daha da parlıyor, sanki birazdan yola inecekler ve onlardan topladığım parçacıkları göğsüme yerleştirecekmişim gibi… Yürüyorum. Baldırlarım sertleşmeye başladı. Artık tek-tük geçen arabalara karşı kayıtsızım. Otostopçu işareti yapmak içimden gelmiyor. İçimden gelen; toprağa uzanıp yıldızları izlemek ve Mesarya’nın kayıplarını avuttuğu hayalperest müziğini dinlemek. Havaysa gittikçe serinleşiyor; kollarımda başlayan ince bir ağrı…  Tam bu sırada; açık mavi bir araba duruyor. Yol boş, bomboş. Eğilip camdan içeriye bakıyorum. Yirmi bir - yirmi ikisinde bir genç. Nereye gideceğimi soruyor; Mağusa, diyorum. “Buyur abi, ben de Mağusa’ya gidiyorum, birlikte gidelim.” diyor… Genç şoförümüzün adı Osman. Osman, ilahiyat kolejinden mezun. Temiz bir genç. Hepimiz gibi geleceğine dair endişeli. Araştırmaktan ve sorgulamaktan uzak; inanca yakın. Askerlikten, ilahiyat kolejinden, dinlerden, dinlerin felsefedeki yerinden konuştuk yol boyunca… Konuştukça yorgunluk çöktü omuzlarıma… İlkin gözlerim kapandı ve duyu kabiliyetimi kaybettim, sonra uyanıklığımı… (Bir istasyondayım. Karşımda duvara asılı küçük bir harita; üzerinde Güzelyurt, Baf, Lefke, Limasol, Girne, Lefkoşa, İskele, Larnaka, Larnaka Havalimanı, Mağusa, Paralimni, Aya Napa ve Ercan Havalimanı isimleri – üç lisanla -. Saat 01.46: Gişeye doğru gidip Ercan Havalimanı’na bir bilet alıyorum ve valizimle hızlı-metronun gelmesini beklemek için ilerliyorum bekleme bölümüne. Uçak biletimin üzerinde Ercan - Havana yazıyor. Direkt uçuş. Hızlı-metro muazzam bir ışık ve sesle; kalabalığın ve benim üzerimize doğru geliyor… Korkudan gözlerimi yumuyorum ve titriyorum…)  Gözlerimi açıyorum; Osman’la Mağusa’ya giriyoruz… Dönüp Osman’a; hayattaki her buluşun ihtiyaçtan kaynaklandığını söylüyorum. Söylediğimi, neden söylediğime dair; hiçbir şey anlamıyor Osman, ama yine de kendince başını sallıyor saf bir edayla…     

01.51: Anahtarımla kapıyı açıp eve giriyorum, annem televizyon izleyerek beni bekliyor. Bekleyişinde yolu bilen bir korku. “Niçin geciktin?” diye soruyor. Santiago’nun arıza yaptığını ve otostop yaparak gelmek zorunda kaldığımı söylüyorum hiç ayrıntıya girmeden. “Tek tük da olsa birileri varmış demek insana değer veren, alıp bu vakitte evine getiren.” diyor ve yöneliyor odasına doğru… Susup kalıyorum. Çağımız ve yıldızlı gecedeki otostop boğazımda düğümleniyor.  

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1979 defa okunmuştur
Adres Kıbrıs 392 Sayısı

Adres Kıbrıs 392 Sayısı