1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Özgürlüğü Yaratmak 1
Özgürlüğü Yaratmak 1

Özgürlüğü Yaratmak 1

Biz özgürlüğümüzü kendimizi bilmenin en temelinden biliyoruz. Bir şeyi nasıl bildiğimizi, bir şeye inanıp inanmadığımızı anlamak için özgür olduğumuzu bilmemiz gerekiyor

A+A-

Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com

 

Eğer kendi özgün fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dinlemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız.

Rollo May

Özgürlük üzerinde çok fazla düşündüğümüzü sanmıyorum. Birçoğumuz onun ne kadar önemli bir şey olduğunu fark etmeyiz. Mutluluk, anlam, sevgi gibi değerleri çok önemsiyoruz ancak bunların hepsinin özgürlükle bağlantılı olduğunu genellikle pek düşünmeyiz. En temelde eğer zihinsel olarak özgür değilsek, doğru algılayıp doğru düşünemeyiz, değil mi? Peki zihinsel özgürlüğe sahip olmadığını kaç kişi kabul eder? Zihinsel olarak özgür olmadığımızı teoride kabul etmek kolaydır, ancak peki gerçek anlamda özgürlüğün nasıl bir şey olduğunu bilmiyorsak, pratikte özgür bir zihnimiz yoksa bu kabulün ne anlamı vardır? Özgür olduğumuzu ya da olmadığımızı söyleyen zihnimizin ta kendisi koşullanmışsa, nasıl kendini özgür kılacak bir pratiği uygulayabilecek? Özgürlük hakkındaki düşüncelerimiz bile özgür değildir.

Akıl, doğası gereği çerçeveler çizip dünyayı eğri-doğru, güçlü-zayıf gibi terimlerle açıklama kolaycılığı içindedir. Ona bir görev vermişiz, hadi bakalım bana “dünyayı açıkla”. Dünyayı açıklamak için de çaresizce uğraşır durur akıl. Kendisinden önceki insanların kurduğu sistemleri, öğretileri ve dinleri öğrenir, bunlardan medet umar. Sonra genellikle bu öğretilerden birini seçer ve ona bağlanır. Zaten onunla aynı durumda olan başkaları da bu yollardan birine bağlanmıştır ve sorularına cevap bulmuş görünür. Onlarla ortak bir anlayış ve dil oluşturma gereksinimi yalnız kalma korkularıyla birleşince insanların hayat ve yaşam görüşü de belirlenmiş olur.

Özgürlük Neden Gereklidir?

İşte kendine bir ideoloji bularak rahatlığa kavuşma anında insan özgürlüğünü de kaybetmiş olur. Çünkü muhtemelen hep aynı noktalardan hayata bakacak, öğretisine, tutunduğu sisteme uymayan şeyleri algılamayacak, katı görüşlerle gerçekliği yeterince kapsayamayan bir insan olacaktır.

Diyebiliriz ki, iyi ama bu insan özgürce bir yol seçti kendine ve hem de çevresiyle uyum sağlamasına neden olan bir yoldur bu, o yüzden bu özgürlüğün gerekli bir kullanımıdır. Ancak bu düşüncede de bir yanlışlık vardır. Özgürlük bir amaca ulaşmak için tüketilecek bir değer olmamalıdır. Özgürlük varoluşumuzun temel koşuludur. Bütün koşulların anlam bulabilmesinin temelidir.

Özgürlük insan olmamızın ondan ayrı düşünülemeyeceği en temel değeri, dedik. Peki bunu nereden biliyoruz? İşte bu özgürlükle ilgili en önemli soru. Biz özgürlüğümüzü kendimizi bilmenin en temelinden biliyoruz. Bir şeyi nasıl bildiğimizi, bir şeye inanıp inanmadığımızı anlamak için özgür olduğumuzu bilmemiz gerekiyor. Özgür olarak alınmamış bir kararın gerçek bir karar olmadığını biliyoruz. O yüzden insan ilişkilerinin ve ondan doğan hukukun temeli de özgürlüktür. İki insanın evlenirken bunu tarafsız bir insanın önünde ve kendilerine sorulan bir soruyla gerçekleştirmeleri gibi sembolik bir edimde bunun çok iyi bir örneğini bulabiliriz. İnsan hayatının belki de en önemli kararlarından birinin iki kişi tarafından özgür bir şekilde alındığını duymak isteriz. O yüzdendir ki birçok romantik filmde nikahın gerçekleşeceği son anda gelin ya da damat gelmez ya da evet demeleri beklenirken oradan kaçarlar. Bu sahnelerde aşkın özgürlüğüne, o son kararın önemine ilişkin bir vurgulama vardır. Gerçek hayatta böyle bir olay herhalde çok nadiren olur, hatta evlenecek çiftlerden biri ya da ikisi birden o evliliği özgürce seçmeseler de seçmiş görünürler. Ve bu da mutsuz bir evliliğin başlangıcı olur, genelde.

Özgürlük çok önemlidir, çünkü gerçekten özgür olmadan aldığımız kararlar bizi daha az birey ve daha az insan yapar. Evlilik örneğinden hareket edecek olursak, bir kararın özgürce alınması o kararın gerçekte kimin tarafından alındığıyla ilişkilidir. O kararı bireyin kendisi mi alır yoksa onun düşünme ve karar alma gücünün yerine toplum ve özelde de o kişinin ailesi mi devreye girer? Bireyler toplumun çok fazla gözetimi ve ilgisiyle çevriliyken özgür olamazlar, özgür olamayınca birey de olamazlar. Onlar farkında olsun ya da olmasınlar, başkalarının istediği gibi yaşarlar. Ancak içlerinde gerçekten yaşamak isteyen kişinin özgür doğasının sesini sürekli bastırdıkları için kendilerine yabancılaşır ve güçsüzlük hisleriyle boğuşurlar. O halde özgürlük insanca yaşamak için gereklidir.

Birçok insan istediğini “düşündüğü” hayatı yaşar, ama gerçekte durum böyle olmadığı için özgürlük de yitirilmiş bir potansiyel olarak kayıplara karışır. Mesela bir genç kız evlenerek mutlu olacağına inanabilir. Ancak gerçekte bu çevresi tarafından koşullandırılmış olduğu bir istek değil midir?

Hepimiz özgürlüğün şaşırtıcı gerçekliğiyle doğuyoruz. Bir insanın bu gerçeğin tam olarak farkına varıp da dehşetli bir panik duymaması imkansızdır. İnsan olmak, özgür olmaktır. Özgürlüğümüzün gerçek anlamını keşfetmek ve onu gerçekleştirebilmek bütün bir ömür sürebilecek bir çabadır. Onu gerçekleştirebilmek derken tam olarak ve sadece kendisi olabilen bir insan olmaktan bahsediyorum. Eğer bütün hayatımızı başkaları gibi olup yaşayarak geçiriyorsak, ne hissedeceğimizi, neyle duygulanacağımızı ve ne düşüneceğimizi bile başkalarından öğreniyorsak nasıl kendimiz olabiliriz? Başkalarından biri olmak özgürlüğünden vazgeçmek değil midir?

Özgür oluşumuzun anlamı bu kadar geniş ve sonsuzken bunun hakkını veren bir yaşam sürmek de elbette hiç kolay olmamalı. Bizi bağlayan bağları çok iyi bir biçimde görüp onlardan kurtulabilmeliyiz. Ancak bu da yetmez, bir de kendi yarattığımız bağlar var ki, onlardan kurtulmak çok daha zor. Bir kere inandığımız ama aslında eksik ve hatalı olan düşünce ve yaşam alışkanlıklarını o kadar benimsemiş oluyoruz ki onlardan kurtulmak sanki kendimize yabancı başka bir insan olacakmışız gibi korkutuyor bizi. O halde başkalarından kurtulmak o kadar da zor değil, asıl mesele kendimizden kurtulmak, kendimizden özgürleşebilmek. Asıl mesele saplanıp kaldığımız, yapıştığımız insanı ölebilmek. Bu da gerçek ölüm kadar korkunçtur.

Öyle sanıyorum ki birçok insan hiç yaşamadan ölmeye dünden razıdır. Kendi olmak için gösterilecek onca savaşımın ve çabanın varlığını bile duymaya dayanamazlar. Bunun için özgür bir şekilde düşünmek bile çok kolay bir iş değil. Jean Paul Sartre’ın dediği gibi, “Düşünce özgürlüğünden yoksun olmak, düşündüğünü söyleyememek değil, hiç düşünememiş olmaktır.” Gerçek anlamda düşünmek zaten özgür bir eylem değil midir? Demek ki biz zihnimizin yaratıcı ve özgür bir şekilde çalışmasından bile yoksunuz.

Bir kavramın gerçekliğinden, onun yol açacağı eylemlerin sorumluluğundan kaçabilmek için genellikle yaptığımız şey onu başka bir alt kavrama indirgemek ve böylece onu daha baş edilebilir hale getirmeye çalışmaktır. Özgürlük gibi sonsuz göstergeleri olan bir kavramı da genellikle, kendini ifade etme özgürlüğü, istediklerini yapabilme özgürlüğü gibi daha somut kavramlara indirgemeye çalışırız.

Peki var mıdır özgürlüğe kavuşmanın bir yolu? Özgür olmadan birey olamıyorsak neden bu konuda yeterli çalışma ve çaba içinde olmayız? Neden eğitim sistemi içinde “ÖZGÜR OLMAK” isimli bir ders yoktur mesela ki öğrenciler bütün yönleriyle özgürlüğü inceleyip tartışsınlar?

Özgürlüğü Yitirmek

Bazen kendimizi tutarlı, anlaşılır ve akla uygun bir biçimde anlatma güdümüz o kadar güçlü olabilir ki, anlatmak istediğimiz şeyi bambaşka bir şeye dönüştürmek durumunda kalırız.  Aslında bundan çok daha önceleri yaşadığımız şeyi kendimize açıklamaya çalışırken o şeyi birtakım imge ve kavramlara indirger ve kaybederiz. Bir bakıma bütün yaşam böyle geçer ve daha yaşamın en başlarında cahilliğimiz mühürlenmiş olur. Bir şeyler yaşarken bir de dönüp ne yaşadığımıza bakma aymazlığının bir sonucudur bu aslında. Geriye doğru olayların kökenine gidersek en arka planda içinde doğduğumuz toplumu görürüz. Toplum dediğimiz şey, biz henüz konuşmayı bilmezken, dış dünyada “neler olduğunun” hiç farkında değilken bizim kim olacağımızı çoktan belirlemiştir bile. Bize kalan da üzerimize düşen rolü oynamaktır çoğu kez.

Mesela bir bebek ilk doğduğunda nerede olduğunu bilmez, onun için yatağı, annesi ve etrafındaki nesneler bütün dünyadır. O dünya son derece canlı, parlak ve büyüktür. Bir bebek yaşarken yer çekimi onu çekmez. O havada asılıdır. Her şey havada sakince yüzmektedir. Yaşamın, gerçekliğin bir ağırlığı yoktur. Var olmamış olduğu bir zamanı bilmediği için, çocuk için “yok oluşun karşısına konulabilecek bir varoluş” yoktur. O yüzden bir çocuk var değildir. Ona bu zorla yüklenmeden önce çocuk varlığın içindedir ama bu ölebilecek bir varlık değildir. Çocuk için her şey saydamdır, dışındaki her şey sanki oymuş gibidir. Bir şeyler dışından içine, içinden dışına akar durur. Varlıklara kötü ya da iyi özellikler, yargılar yüklemez. Varoluşunda açlık ve doyum, acı ve rahatlama gibi ilk duyumlar ortaya çıktığında dünyası bölünmeye başlar. Verdiği hangi tepkilerle neler elde edebileceğini öğrenmeye başlar. Ağladığı zaman emzirilmektedir. Bu onda ağlayarak isteklerini elde etmek gibi bir davranışın kökleşmesine neden olabilir. Ağlayarak, kızarak ya da protesto ederek amaçlarına ulaşmaya çalışır. Bir bebeğe ömrünün ilk yıllarında genellikle iyi davranılır; o güçsüz olduğundan sürekli tembel bir alıcı konumundadır. Ta ki yürümeye, koşmaya ve konuşmaya başlasın. O zaman çocuk eğitilmeye başlanır. Ona bir şekil verilmeye çalışılır. Esnek, yumuşak, masum ve hayalci özü belli bir kişilik kalıbına girmeye zorlanır. Hepimiz bu süreci biliriz. İçlerimize bakarsak bu sürecin bir kendine yabancılaşma ve mutsuzlaşma süreci olduğunu da görebiliriz.

Her insan farklı oranlarda etkilenir sosyalleşme denen bu süreçten. Koşulsuz sevgi ve kabullenme gören bireylerin kendilerini olduğu gibi yaşama ve ifade etme becerilerinin çok daha gelişmiş olduğu, psikolojide yaygın kabul gören bir düşüncedir. İnsan ne kadar sağlıklı bir çocukluk geçirmiş olursa olsun, zamanın geçişi farklı zorlukları beraberinde getirir ve yaşamın her aşamasında meydan okumalar ve çelişkiler hiç eksilmeden devam eder.

İnsan çocukluktan yetişkinliğe geçişte üç ana dönemden geçer görünmektedir. Bunların birincisi “ilk dinsel/uyumsal” dönemdir. Bu dönemde çocuk çevresindeki düzene uyum sağlar ve kendisine verilen değerleri ve mitolojiyi genellikle çok sorgulamadan kabullenir. Çevresindeki toplumun bir parçası olma sürecinde çocuk “uyumu” seçer. İkinci dönem ergenlik çağının sonuna doğru başlayan “isyan ve şüphe” çağıdır. Bu çağda genç birey, eğer tamamen baskılanmamışsa kendi özgün yolunu bulma çabasına girer ve her şeyden şüphe duymaya ve hem ailesine hem de düzene isyan etmeye başlar. Bu dönem oldukça yıpratıcıdır ve kendini bulma çabasında büyük bir çatışmanın sonunda genç bundan sonra olacağı kişiyi seçer. Bu dönemin sonunda ya topluma uyum sağlayarak herkes gibi biri olur ya da kendi özgün birey oluşunun önemini güçlendirir. Üçüncü dönemse seçtiği değerlere ve kişiliğe inanma aşamasıdır. Buna “ikinci dinsel dönem” diyebiliriz (Bu döneme dinsel demenin nedeni kendisine ya da başka daha büyük bir amaca bağlanma ve inanmayla ilişkili olmasındandır). İnsanların çok büyük çoğunluğu için kişilik gelişimi bu evrede biter. Ancak daha azınlık bir bölümü ise dördüncü evreye geçer. Dördüncü evre “varoluşsal evre”dir. Varoluşsal evre kişinin kendi varlığını seçmesi ve kendini tam olarak gerçekleştirme istenciyle yaşamasıdır.

(Yazının ikinci bölümünü Aralık 2019 sayısında okuyabilirsiniz.)

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 5379 defa okunmuştur
Gaile 469. Sayısı

Gaile 469. Sayısı

İlgili Haberler