1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ÖZERK BİR AŞK: SİCİLYA
ÖZERK BİR AŞK: SİCİLYA

ÖZERK BİR AŞK: SİCİLYA

Belki de diyorum, belki de gerçek aşk, içimize yaşama sevinci dolduran, bize yeniden var olmayı hatırlatan şehirlerdir; yeryüzünün ta kendisi, ve bizim yeryüzüne, hayata karşı duruşumuz.

A+A-

 

Elvan Şenkayalar
elvansenkayalar@yahoo.com

Özerk: Bir üst organa bağlı olmakla birlikte, ayrı bir yasaya göre kendi kendini yönetme yetkisi olan, kendi kendini özgürce yöneten. İşte bu özerkliğin sözlük tanımı. Bir coğrafya içinde bir bölge “özerk” olarak tanımlandığı zaman yönetim şeklini kavrayıp geçeriz. Halbuki “özerk” olmanın sadece politik bir kavramın çok ötesinde olduğunu, Sicilya gibi İtalya’da eşi bulunmayan etnik ve dil özellikleri olan antik uygarlığını korumak için geniş kültürel ve idare özerkliği verilmiş bir yer öğretecektir size.

Yerel halkın kendilerine ben İtalyan değilim Sicilya’lıyım demeleri, İtalyanların bile bazen anlamakta zorlandıkları farklı dillerinden vazgeçmemeleri, olduğun gibiliğe sahip çıkıp kendine has duruşunla var olmanın güzelliğini hatırlatır bize. O yüzden olsa ki, içinde yaşadığım kültür yozlaşmasına karşı bir Kıbrıslı olarak daha büyük bir hassasiyetle benimsiyorum bu seyahati. Çok sevdiğim bu coğrafya içindeki bu “özerk ada”yı kucaklamak, arşınlamak, tanımak, sindirmek ve hepsinden öte anlamak istiyorum. Biraz da metafor yapıp, bu seyahate çıkış tarihimin tesadüfen 14 şubat sevgililer gününe denk gelmesine çekiyorum dikkatimi. Bu günün ve aşkın klişe anlayışından sıyrılıp aşkı ve bireyselliği de, tıpkı bu ada gibi, özerklik bağlamında, bu seyahatin bana kattığı bambaşka bir öğretiyle düşünmek ve anlamak isteğiyle buluyorum kendimi. “Bir üst organa bağlı olmakla birlikte, ayrı bir yasayla kendi kendini yönetme yetkisi olan, kendini özgürce yöneten” bağlamında. Buradaki “bir üst organ” bir diğer “birey” değil aşkın kendisi olmalı. Böylesi bir aşk yeryüzünde vardı, ama önce bizler “özerk” olmayı başarmalıydık; tıpkı Sicilya gibi.

İspanya ve özellikle İtalya bir başkadır benim için. Bu dünyayı daha çok sevmemin nedeni Akdeniz iklimi, kültürü, bereketi, yemekleri, samimiyeti, coşkusu ve tutkusu olabilir. Hele bir de içinde Orta Çağ esintileri hala korunuyorsa aşk orada başlar benim için. Sicilya ile ilgili mafya uyarılarından, güney İtalya’nın kabalık ve geri kalmışlıkla anılmasından ve “Toskana’dan sonra sevmezsin sen oraları, çok bir şey bekleme” söylemlerinden bir takım ön yargılarım oluşsa da, iç güdülerimin dırdırının peşine düşmeyi tercih ederek gidip yaşamak istedim oraları. Sicilya ile ilgili okuduğum yazılardan beni en çok etkileyen “İtalya’nın Vahşi Parçası” söylemi olmuştu. İtalya’dan Messina Boğazı’yla ayrılan, Akdeniz’in en büyük adası olan Sicilya, doğu kıyısında Messina ve Catania'ya yakın olan Avrupa’nın en yüksek aktif yanardağı Etna’nın ev sahibi. Kah sevimli, kah kızgın Etna’nın ve depremlerin verdiği tahribatların, şüphesiz Sicilya’ya yapılan “Vahşi” yakıştırmasında büyük bir payı vardır. Biraz da mafyanın buralarda doğmuş olması ve böyle de bir toplumsal altyapısı oluşunun da bu söylemde etkisi vardır muhakkak. Ancak bu adanın tarihte o kadar çok önemli bir yeri ve kültürel zenginliği var ki, Sicilya deyince akla ilk mafyanın gelmesi şüphesiz ona yapılan  en büyük haksızlıktır.

Sicilya’daki ilk durağım, adanın ikinci büyük şehri olan Catania oluyor. Catania sokaklarına adım atar atmaz gerçekten de köhneliğini fark eder ama bunun bir çeşit geri kalmışlık değil de tamamen özgünlük olduğunu hissedersiniz. Bir yandan da İyon denizi kenarında kurulmuş olan bu şehir, sahip olduğu tüm Akdeniz renkleriyle içinize huzur doldurur. Bu huzuru hisseder hissetmez Sicilya’ya dair bütün önyargılarım tamamen silinip gidiveriyor. Hemen hemen her noktasından Etna Yanardağı’nı bir kartpostal gibi görebildiğiniz, en son büyük patlamanın bir yıl önce yaşandığı ve kentin 17. Yüzyılda yerle bir olacak şekilde en büyük darbelerini yediği Etna büyük patlaması ve depremlerden sonra, Barok tarzıyla her seferinde yeniden dirilen Catania, tüm ihtişamı, özgünlüğü ve huzuruyla buyur eder sizi. O gerçek olan Güney İtalyan kabalığından gocunmanız, aslında bunun altında yatan samimiyet ve neredeyse hiç İngilizce bilmeyen halkın sizinle iletişim kurabilmek için yaptığı türlü sevimlilikten dolayı mümkün değil. Catania’nın merkezini oluşturan, birbiriyle kesişen iki büyük caddesi Via Etna ve Corso Italia Caddelerini, yağan yağmura hiç aldırmadan biraz arşınlayıp şehirle tanıştıktan sonra, kendime cadde üzerinde oturup şehri izleyebileceğim bir yer seçiyorum. Bu yer hiç şüphesiz, sağıma doğru baktığımda kilometrelerce uzanan caddenin sonunda, sağlı sollu binaların tam ortasında, uzaklarda bir yerde perspektifin odağındaki tüm ihtişamıyla Etna Yanardağı’nın göründüğü Via Etna Caddesindeki yerel bir restoran olacaktı. Sağanak yağmura rağmen dışarıya, şemsiyenin altına oturmayı seçiyor ve Sicilya mutfağının meşhur pirinç köftesi olan Arancini ile bir kadeh yerel beyaz şarabı Grillo’nun tadına bakmak istiyorum.  

Şimdi ben işte böyle, bir şehrin suretine karşı oturup gözlemlemeyi ve düşünmeyi seviyorum; bir şehrin caddesine, insanına, günün akışına karşı. Tarih 14 Şubat ve sosyal medyada aşktan başka bir şey görmüyorum. Ben bu günü, bir tek gün boyunca sadece aşktan ve sevgiden bahsedildiği için anlamlı buluyorum. Oturup bu özerk oluşumun içinde aşkı düşünüyorum. Belki de diyorum, belki de gerçek aşk, içimize yaşama sevinci dolduran, bize yeniden var olmayı hatırlatan şehirlerdir; yeryüzünün ta kendisi, ve bizim yeryüzüne, hayata karşı duruşumuz. Bu gün görmüş caddeler, yüzlerce yıllık tarihe, travmalara, aşklara şahit olmuş bu binalar, evler, şarabı kutsallaştırmış bereketli topraklardır belki de gerçek aşk. Bir şehrin içimize, ruhumuza dokunan taraflarıdır üzerinde konuşmaya değer olan aşka dair. Belki de aşkın en esas misyonu kendimizi bulmaktır, tıpkı seyahatlerin olması gerektiği gibi. Kendini bulduğun bir yol, köşesi yıkılmış bir orta çağ evinin taş dokusu, anlamadığın bir dildeki bir kelimenin tınısı gibi. Böyle bir kendini buluş, bir diğer insanda oluverirse ancak ağzımıza almalıyız belki de aşk söylemini. Belki de gerçek ilişki, bir diğer insanla kurmadan önce, benliğimizin tüm gerçekliğiyle içimizde kendi özerk devletimizi oluşturduktan sonra, hayatla kurduğumuz ilişkinin ta kendisidir. Yağmur hızlanmaya başlayınca düşüncelerim tekrardan caddeye kayıyor. Via Etna Caddesi’ni delip geçmeye çabalayan yağmura bakıp, bazı yerlerin ne kadar da bir ülkenin en vahşi, en köhne, en kaba yeri olsa da bir şekilde hep romantik olmayı, kalbe dokunmayı başarabilmesine şaşıyorum. Aşktaki şeytan tüyü olan taraf gibi. İnsanın şeytan tüyü olanına hiç ısınamadım, ama şehirler öyle miydi? Az önce şemsiyeleriyle birbirine sokularak geçen bir grup arkadaş yakalıyor beni düşündüğüm yerden. Aşkın diyorum insani sureti, belki de en basit haliyle böyle sokulmak, sığınmak, sakınmaktır sadece, arkadaşlıktır; onun şemsiyesi olsa dahi yağmurdan korumak istediğin. Sonra sağıma dönüp odaktaki Etna’ya bakıyorum, “bembeyaz karlı eteklerinle ne kadar da masum duruyorsun” diyorum. Ama şimdilik, istediğin için bu kadar sakin, bu kadar huzurlu, başında bulutumsu hareler oluşturarak tüten dumanınla “şimdilik” böyle duruyor, “bakın bana, biz bu şehirle seviyoruz birbirimizi” diyorsun. “Ama gün gelecek yine patlayacak, yakıp yıkacaksın” diyorum. “O zaman geldiğinde de yine bu şehir sevmeye devam edecek beni” diye fısıldıyor Etna uzaklardan, ve sessizce tütmeye devam ediyor yeniden yanıp yıkılma zamanlarını beklemeye doğru. Tıpkı bu yanardağın yine o zamanlarının geleceğini bildiğimiz gibi, aşkta da o zamanların hep geldiğini ve sadece o zamanlarda da sevebilenlerin ayakta kaldığını biliyoruz artık değil mi? Tıpkı Etna’ya sevdalı Catania’nın her seferinde yanıp yıkılıp daha da görkemli ve gerçek olarak var olduğu gibi; yandıkça parladığımızın ispatı gibi.

Catania’dan Messina’ya geçip şehri biraz dolaştıktan sonra daha uzun zaman geçirmek için Taormina kasabasına bırakıyorum kendimi. Tepe üzerine kurulmuş, ancak iki kişinin yan yana geçmesine olanak tanıyan daracık sokaklarından aşağı indikçe denize ulaştığınız bir kasaba burası. Bahçelerinden rengarenk çiçeklerin ve mandalinaların taştığı bu tipik Sicilya kasabasını dolaştıkça hissettirdikleri, pembe bir kapağı olan mutlu bir öykü kitabı tadındadır. Kasabalar, istisnasız her zaman, büyük, modern, ışıklı şehirlerden daha çok çeker beni kendine. Bir ülkenin insanlarının ve kültürünün en sahici halini böyle yerlerde anlarsınız. Özellikle İtalyanlar ve Sicilya’lılar gibi yemek ve şarabı ilahileştirmiş bir kültürün içinden geçiyor ve benim gibi yemeğe ayni bu gözle bakıyorsanız, yerel tadları en saf haliyle böyle yerlerde keşfedersiniz.  Sicilya’nın en karakteristik üzümünden olan Nero D’Avola kırmızı şarabının ve Sicilya mutfağına özgü patlıcanlı, domatesli ev yapımı makarnası ‘Pasta Alla Norma’ nın sindire sindire tadına bakmak için, Taormina’nın ara sokaklarındaki bir ‘trattoria’dan dan daha iyi bir yer düşünemezsiniz. Günlerdir dolaştığım her yerde, sokak pazarlarında, pencere içlerindeki kaplarda rengarenk, taptaze meyve ve sebzelerden bir natürmort fotoğrafçısı olarak aldığım ilham, korunan kent dokusundan bir mimar olarak aldığım ilham, tüm bunların, sokakların, insanların doğallığından bir birey olarak aldığım ilham, ev yapımından başka her şeyi reddettikleri, aşkla pişirdikleri, birbiriyle takım olmayan tabaklarda aşkla sundukları, türlü baharat ve ot kokularını aşkla kokladıkları yemekleri, hissetmeye doyamadıkları için yutmaya kıyamadıkları, yaşayan bir canlı muamelesi gösterdikleri şarapları ile bir yemek sevdalısı olarak aldığım ilham ve duyduğum şükranla bir kez daha hayatın ve mutluluğun çok basit ve küçük şeylerden oluştuğunu ve bunların farkına vararak yaşamanı ne derece önemli olduğunu iliklerime kadar hissederek dolaştım bu sıcacık kasabada. Kendimi daha da geliştirme, olduğum insanı daha iyi bir insan yapma, daha çok yaratma, üretme isteği ve yaşama sevincini doldurup taşırdım içimden Taormina sokaklarına. Bir kez daha hayatla büyük bir aşk başlarken benim için, ayni anda hayatımdan artık tamamen yok olması gereken her şeyi gönderme zamanının ve cesaretinin gelmesini elbette tesadüfe bağlamadım. Böyle bir yaşam dersini sana günün birinde bir şehrin öğretmesi ne büyük bir şans dedim kendi kendime; sana ait küçük mutluluklarını yitirmeye başladığın ve kendi özerk devletini kuramadığın her yerden gün gelecek gitmek isteyeceksin. Gideceksin!.

Sicilya’daki son durağım olan Palermo’daki ikinci günüm. Sabahın erken saatlerinde Godfather III filminin final sahnesindeki Al Pacino’ya yapılan suikast girişiminin, kızının önüne atılıp vurulmasıyla sonuçlandığı o meşhur merdivenlerde, Teatro Massimo’nun merdivenlerinde tek başıma oturmuş, bir gece önce yemek dönüşü kaybolduğumuz için neden şiddetle paniğe kapıldığımızı, her zaman böyle durumlarda aklı başında ve soğuk kanlı olan benim bu defa kontrolü bu derece kaybedip neden bu kadar korktuğumu düşünerek güne başlıyorum. Öyle ki bir tülü yolu geri bulamamış ve zar zor bir taksi bulup geri dönebilmiştik.

Şehrin oluşumunda rolü olan Arap ve Norman esintilerini hala hissedebildiğiniz, zengin tarihi, kültür, mimari ve gastronomisi ile adada çok önemli bir yeri olan, Sicilya’nın en büyük ve baş kenti olan Palermo, belki de bunca seyahat ettiğim, tek başıma dolaşıp kaybolduğum şehirler arasında iyi enerji almadığım, hatta korktuğum tek yer olacaktı. Bu korku hissi az sonra merdivenlerden kalkıp tüm günü, korkuya rağmen, tek başıma sokaklarında dolaşarak geçirirken de devam edecekti. Bu öyle bir korku ki, ürkmek daha doğru bir tabir olur, insan tehdidinden, güvenlik unsurundan tamamen bağımsız, şehrin kendi enerjisinden kaynaklı olsa gerekti. Ama önce akşam kaybolduğumuz sokağa geri gidecek ve nerede hata yaptığımızı bulacaktım. O sokağa dikkatle geri gittim, hiç bir hata yapmamıştık. Bir şekilde yolumuzu göremedik, aslında kaybolmadık, kaybolduk sandık, korkuyla kaplandık, sanki şehrin tuzağına düştük gibi. Hayatta da öyle olmuyor muyuz bazen? Zaman zaman zihnimizin bize oynadığı oyunlara inanıyor, kontrolü kaybetmemiz için tuzaklara düşüyoruz. Bazen başaramıyoruz olumlu kalmayı ve gözümüzün önündeki yolu görmeyi. Bu da insani bir duygu kabullenip yüzleşmemizi gerektiren; sevgiyle, sevinçle birlikte var olan insani bir duygu korku. Bazen gerçek, bazen de sadece bir yanılsama. Ama yine de bir şey vardı Palermo’da. Negatif bir enerjisi vardı bu şehrin, “tekin değildi buralar!”. Şunu söylemeliyim ki, Sicilya tüm zannedilenlerin aksine Avrupa’da gezilebilecek en güvenli bölgelerden biridir. Ancak tabi ki korkmak için her zaman insana, bir insan ya da bir durum tarafından korkutulmaya ihtiyacınız yoktur.

Yüksek binaların hizalandığı dar sokaklı mahallelere dalıyorum. Sokaklar çok bakımsız ve binalar çok eskiydi. Öyle ki bazı pencerelerin camları kırılmış ve üzerlerine ahşap parçaları çivilenmişti. Sokaklar alabildiğine köhne ve karanlıktı. Fiziksel olarak aydınlık ama hissiyatı karanlık olan bu sokaklarda eğer yine kaybolursaydım biliyordum ki yolu geri bulamayacaktım. Zaten etrafta yol sorabileceğiniz kimseler de yoktu. Balkonlardan sarkan çamaşırlar olmasaydı, buraların terk edilmiş olduğunu zannerdiniz. Sanki az önce bu sokaklarda büyük bir suç işlenmiş ve herkes korkuyla kabuğuna çekilmiş gibiydi. Sanki yaşayan bir tek siz kalmış ve ne yapacağınızı bilemediğiniz bir korkuyla çıkış yolu arıyormuşcasına yazılmış bir senaryonun film setinde gibiydim; ürkütücü bir film setinin. Buna rağmen kimseler olmadığı halde sürekli arkamı kollayarak, gidebildiğim kadar gidip yaşam belirtisi olan bir meydan, bir pazar yeri aradım. Uzaklaştıkça ve yaşam belirtisi bulamadıkça daha da ürküp geri döndüm. Koşar adım kendime koyduğum röper noktası, octagon şekilde yapılmış küçük ölçekli bir Barok meydanı olan Piazza Vigliena’ya vardım. Köhne bir orta çağ kenti bu yüz yılda nasıl olurdu diye merak edecek olsaydık cevabı kesinlikle Palermo olurdu.

Quattro Canti olarak da bilinen Vigliena meydanı, dört mevsimi temsil eden dört barok binayla tanımlanmış ve her birinin meydana bakan köşe cephelerine, ayrı ayrı Sicilyanın dört kralı ile dört azizesinin heykelleri ve çeşmeler inşa edilmiş, bu şehirde hayran kaldığım noktalardan biriydi. Kalbim hızla çarparak ilkbahar köşesine doğru yaklaşıyor, bir yandan da neden böyle hissettiğimi sorguluyorum. “Yok…” diyorum “bir şey var bu şehirde”, “tekin değil buralar!”. İlkbahar köşesinin hakimi kral V. Charles ve Azize Christina’nın heykelleri altına yaslanarak derin bir nefes alıp o ürkünç sokakları geride bırakıyorum. Korkmama rağmen içine daldığım ve buraları tanıdığım için mutluluk duyuyorum. Bir önceki gece kaybolduğumuz sokaktaki restorana tekrar gidiyor ve Sicilya mutfağının Palermo’ya özgü, zeytin yağında marine edilip ekmek kırıntıları ve maydanozla kaplanarak pişirilmiş kılıç balığı ‘Pesce Spada alla Palermitana’ nın tadına bakmak ve artık Palermo’nun merkezinden uzaklaşmak için sabırsızlanıyorum. Ancak Sicilya’dan gitmeyi hiç istemiyorum.  

“Bir üst organa bağlı olmakla birlikte, ayrı bir yasaya göre kendi kendini yönetme yetkisi olan, kendi kendini özgürce yöneten” olmak, “özerk” olmak istiyorsak, sevgiyi de, korkuyu da, su gibi akmayı da, zorluklara takılıp tökezlemeyi de, güzel yönlerimizle olduğu kadar çirkin yönlerimizle de var olabilmeyi, en önemlisi de hepsini birden kucaklamayı, kaçmamayı da anayasamıza eklemeliyiz, tıpkı Sicilya’nın yaptığı gibi, diye düşünerek bitiriyorum bu seyahati. Sicilya bu haliyle öyle muhteşem ki!. Eğer günün birinde Sicilya’ya yolunuz düşerse bir Akdenizli tutkusuyla bir porsiyon Arancini ile bir kadeh Nero D’Avola’yı tadmadan, Taormina’ya uğrayıp yaşıyor olmanın coşkusunu içinize doldurmadan, Etna’ya bakıp her şeyin bir başka yüzü de olduğunu kabullenmeden, Palermo sokaklarında kaybolarak korkudan ödünüz patlayıp onunla yüzleşmeden ve aşka başka bir gözle bakıp her şeyden önce kendi içinizde kendi özerk devletinizi kurmadan geri dönmeyiniz.

 

Bu haber toplam 3162 defa okunmuştur
Gaile 451. Sayısı

Gaile 451. Sayısı