1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Ölsem kim hatırlar beni, kim anar ismimi?”
“Ölsem kim hatırlar beni, kim anar ismimi?”

“Ölsem kim hatırlar beni, kim anar ismimi?”

Çok mu yorulmuştur, yüreği buna dayanamamıştır da onun için mi böyle çok erken susmuştur, bilmiyorum.

A+A-

 Hakkı Yücel
yucelh@kibrisonline.com

 

Yüreğime çok dokunan, içimde bir ‘azalma/eksilme’duygusu yaratan ve aynı anda zihnimde ardı sıra sorular çoğaltan ölümlerden sonra, hiç değişmez, şair Turgut Uyar’ın o çarpıcı uzun şiiri “Malatyalı Abdo İçin Bir Konuşma”nın son dizeleri düşer aklıma:

“herşey akıp gider bir katı hüzün kalır
her zaman geceleyin kalır o, bazen gündüzün kalır
ben de bu dünyaya geldim geleli
ölmezsem, öldürmezsem
kim benim farkıma varır?”

Neden acaba?  Gerçek hayatın içinden gelen çok bildik bir karakterin, bir bakıma şiirsel hikâyesi biçiminde yazılmış bu dizeleri, en azından benim duygu ve düşünce dünyamda, başkalarının ölümüyle ve de onların hikâyeleriyle buluşturan ne? Şiir hep yazıldığından fazlasıdır, duygunun ve düşüncenin büyük çarpanıdır da ondan mıdır? Belki. Bir sebep ama, “efendimiz acemilik” dese ve şairlik serüveninde bunu adeta bir ilke olarak benimsese de Uyar’ın tam bir usta işi olan bu şiirinin, çağrışımları çok yoğun, duyguyu ve düşünceyi bıçak gibi kesen, okuyanın kendisini özdeşleştirebileceği, kendisiyle ve ötekiyle buluşturabileceği kapsamı, duyarlılığı içkin olmasıdır diye düşünüyorum. Özetleyecek olursak, yazıldığı dönem itibarıyla Türkiye’nin ağır aksak yaşamaya başladığı yapısal kabuk değişiminin yol açtığı siyasal/toplumsal dalgalanmalar bir yanda; kırdan şehire göçün yoğunlaştırdığı toplumsal hareketlenmeler diğer yanda, bireyin varoluşsal sancılarının kendini çok fazla hissettirdiği ve bunun Malatyalı Abdo’nun varlığında tecessüm eden dramatik hikâyesi dile getirilmektedir bu şiirde. Ancak bu herhangi bir bireyin varoluşsal sancısı değildir, çok daha fazlasıdır. Köyden kente gelen, her geçen gün kalabalıklaşan metropolün karmaşası ve azgınlığı içinde kaybolan/anonimleşen o bireyin, aynı zamanda sistemin hanidir terk ettiği, yok saydığı, baskı ve zulüme maruz bıraktığı bir ‘Kürt’ olması, yaşanan varoluşsal sancıyı daha da derinleştirmekte, kapsama alanını genişletmektedir. Daha net bir ifadeyle, buradaki varoluşsal sancı, bir bireyin varoluşsal krizinden, giderek bir kimliğin/kültürün varoluşsal krizine dönüşmesinin ağırlığını taşımaktadır. Öylesine ağır bir yüktür ki bu, “dünyaya geldi geleli” zaten bir biçimde onun sancısını yaşamakta olan, bu kördüğüm içinde baskılanan, anonimleşen ve görünmez kılınan Abdo’ya, buradan çıkmanın ve fark edilir olmanın tek yolu olarak ‘ölmek -doğal bir ölüm olmayacaktır  elbette bu-ya da öldürmek’ seçeneğini sunmaktadır.  Ölümün öznesi (öldüren) ya da nesnesi (öldürülen) olmak ; ömür boyu yok sayılan Malatyalı Abdo’yu fark edilir kılabilecek olan sadece budur ve böyle olduğu içindir ki içinde kartopu gibi büyüyen sessiz çığlık nihayetinde isyankâr bir soru olarak dudaklarından dökülmektedir: “ben de bu dünyaya geldim geleli/ ölmezsem, öldürmezsem/ kim benim farkıma varır?”  

Sevgili Hakan Çakmak’ın bir sabah ansızın gelen ölüm haberinin yarattığı şoku yaşarken, onun yıllar boyu çalıştığı kurumdan alkışlarla son yolculuğuna uğurlanışı sırasında içimde alevlenen hüznün aklıma bir kez daha düşürdüğü bu dizeler, söz konusu şiirin kahramanıyla onun aynı seçeneklere mahkûm olmasından değildi belki ama, varoluşsal anlamda, diyebilirim ki benzer bir kadere mahkûm olmalarındandı. Birey olarak insanın sınırsız hayalleriyle sınırlı bir ömre mahkûm olmasının onda şu veya bu oranda varoluşsal bir sancıya yol açması bir yana, yarım asırlık bir sorunun kıskacında yaşayan, “bu dünyaya geldi geleli” belirsizliğin hüküm sürdüğü bir ortamda günden güne biraz daha eriyip kaybolan Kıbrıslı Türklerin böyle bir sancısının olmadığını kim söyleyebilir?  Hangi boyutuyla olursa olsun -siyasal/toplumsal/kültürel- bir özne olunup olunamadığının ya da ne kadar olunabildiğinin; keza özgür bir iradeye sahip olunup olunamadığının ya da ne kadar sahip olunabildiğinin hâlâ tartışıldığı bir ülkede, böylesi varoluşsal bir sancının (sancı ne krizin) fazlasıyla yaşanması kaçınılmazdır. Nitekim kör gözüm parmağına bu sancı elan yaşanmaktadır ve sevgili Hakan’ın ölümüyle canımızın bu denli yanması da, onun zamansız gidişinin, birey/toplum ölçeğinde, hem niteliksel hem de niceliksel, her gün biraz daha çok hissedilen ‘eksilme/azalma’ duygusunu -tıpkı sevgili Fikret Hocanın (Demirağ’ın) ve bugünlerde ölüm yıldönümü nedeniyle bir kez daha andığımız sevgilin Filiz’in (Naldövenin’in) ardından yaşadığımız gibi- bir kez daha açığa çıkarmasından ve o ontolojik sancıyı biraz daha derinleştirmesinden kaynaklanıyor olsa gerektir.

Hakan Çakmak’ın uzun yıllara yayılan, herbiri ayrı bir yapıtaşı özelliği taşıyan ve bu süre içinde adeta bir külliyat oluşturan kültür-sanat programları, yaşadığımız zamana yönelik kültürel/ düşünsel bir ufuk genişliği sağladığı kadar, geçmişe yönelik olarak da kolektif hafızanın inşasında niteliksel bir birikimi ifade etmektedir. Özellikle günümüzde büyük oranda kitleleri uyutmanın/sessizleştirmenin aracı haline dönüşen görsel medyanın bir mensubu olarak onun mütevazı programları; konuları, konukları, perspektif zenginliği, eleştirel karakteriyle medyanın bu yerleşik düzeneğine hem bir karşı çıkıştır, hem de  kültüre/sanata/ düşünceye özgür alanlar açan bir platformdur. Yirmi yılı aşkın bir süre ısrarla devam eden bu serüvende sevgili Hakan adeta tek kişilik bir ordu gibi çalışmış, emeğini esirgememiştir.

Çok mu yorulmuştur, yüreği buna dayanamamıştır da onun için mi böyle çok erken susmuştur, bilmiyorum. Ya da kendisinin doğrudan faili ve fiili olduğu bu yorucu ve bir o kadar çilekeş süreçte, an gelip de yaptıklarının, ürettiklerinin toplumsal ölçekte ne oranda karşılık bulduğu konusunda karamsarlığa düşüp, “ölsem, kim hatırlar beni, ki anar ismimi” diye aklından geçirmiş midir, onu da bilmiyorum. 

Ama şunu gördüm ve biliyorum: Ölümünün ardından sadece dostları ve sevenleri değil çok daha fazlası onu hatırladılar ve ismini andılar. Eksikliğinin fazlasıyla hissedileceğini, geride bıraktıklarının bu topluma varoluşsal anlamda dayanak oluşturan katkılarının hakkını verdiler, bu mirasın mutlaka değerlendirilmesi, üzerine daha fazlasının da eklenerek zenginleştirilmesi ve sürekli kılınması gerektiğini vurguladılar. 

Herşey için teşekkürler sevgili Hakan. Bu idealler yaşadığı ve yaşatıldığı sürece her zaman hatırlanacak, ismin hep anılacaktır.

Huzur içinde uyu.

        

Bu haber toplam 6630 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 425. Sayısı

Gaile 425. Sayısı