1. YAZARLAR

  2. Aslı Murat

  3. Normalleştirdikçe Tükeniyoruz
Aslı Murat

Aslı Murat

Normalleştirdikçe Tükeniyoruz

A+A-

 

Uzun upuzun siyah yeleleri vardı. Saatlerce oturup izleyebileceğiniz bir güzelliğe sahipti. Arazinin bir ucundan diğer ucuna gidişi esnasında insan adeta büyüleniyor, gözlerini bir saniye bile ayıramayacak hâle geliyordu. O kadar hızlı koşuyordu ki, sanki bir yere yetişmek gibi bir derdi vardı. Hâlbuki etrafı çitlerle çevrilmişti. Belli sınırlar içinde hareket edebiliyordu. Sahibi ve geçici binicileri tarafından yönlendirilmekten dolayı, iradesindeki zayıflama gittikçe artıyordu. Hafızasında yer yer kesintiler oluşmaya başlamıştı. Yalnız koştuğu ender anlarda, zaman zaman durup ne yapması gerektiğini hatırlamaya çalışıyordu. Hatta nerede olduğunu bile unuttuğu dönemler olmuştu. Çünkü yaşadığı yer, evi insanlar tarafından işgal edilmişti. O ve arkadaşları, birbirinden sınırlarla ayrılmış küçük küçük odalarda, tek başlarına tutulmaya başlamışlardı. Eskiden olduğu gibi, uçsuz bucaksız kırlar değildi artık evi.  Kafasını çevirdiği her yerde betondan binalar vardı. Nefesini ciğerlerine doyasıya çekmesi bile mümkün değildi.

İşgalcilerin; yönetim, hayat tarzı ve dini inançlar gibi hususlarda müdahaleleri yanında, bir de sözde güvenliği sağlamak adına memleketi askeri üsse çevirmelerine katlanamıyordu. En güzel sahilleri, dağlık – ormanlık yerleri bünyelerine katmışlardı. Hani “biz sizi kurtardık, yoksa ölecektiniz” diyorlar ya, işte onun bedelini tüm bunlar üzerinden yıllardır ödüyorlardı. Oysaki ‘74’te çıkan yangına doğru giden yolun taşlarının döşenmesinde, kendilerinin de payı vardı. Ama bunları, “zilli tarih” sayfaları es geçiyordu. Kanla ve düşmanlıkla süslenen cümleler, kahramanlık kılığına büründürülüyordu. Böylece yapılan hatalar görünmez kılınıyor, kimse sorumluluk almıyordu. Kurulan sistem de iki adım öne, bir adım geri işletilmeye devam ediyordu. Atların büyük bir çoğunluğu da kendilerine sunulan pembe rüyaların sonsuza dek devam edeceğini düşünüp seslerini çıkarmıyorlardı. Karınlarının tok, zaman zaman çitin ötesine geçip dolaşabilme imkânı olduğu sürece de yaramazlık yapmaya niyetleri yoktu.

 Siyah, yaşadığı tutsaklığın farkındaydı. Bunu her şahlanışında sergilediği halet-i ruhiyeden anlayabiliyordunuz. Kapatılmışlığa ve yok sayılmaya karşı, başı her daim yukarıdaydı. Sinirleniyor, etrafındakilerin olan bitene karşı bu kadar duyarsız kalmalarına katlanamıyordu. İlk başlarda bu sebeple içine kapanıp, yalnızlaşmıştı. Ama bu da çözüm değildi. Çünkü her geçen gün daha da vahşileşiyordu koşullar. Bir gece büyük bir patlama ile irkilerek uyandı. Başının üstündeki çatı sallanmıştı. Üzerine düşen tozları temizlerken düşünüyordu. İlk etapta deprem olduğunu sandı. Kısa bir süre sonra gelen ikinci patlamada artık başka bir tehlike ile karşı karşıya kaldıklarını kavradı. İşte o an dumanı fark etti. Burnundaki acı yanık kokusu, O’na savaşı anımsattı. Çitin hemen dibinde bulunan depo alev almış, kulakları sağır eden bir sesle ateşlenmeye başlamıştı.

Hayatında hiçbir zaman, özellikle çatışmaların yaşandığı dönemde bile, savaş aletlerinin barışı temin edeceğine inanmamıştı. Ölüme neden olan bir alet, nasıl olur da güvenliğin aracı olabilirdi? O gece bunu bir kere daha idrak etti. Alevler giderek yükseliyor, her patlama sesinin ardından mantar şeklinde bir toz bulutu göğe yükseliyordu. Ardından küçüklü büyüklü metal parçaları yanı başlarına düşmeye başladı. O neydi? Garip bir ağlama sesi duydu. Kuş sesleriydi, yavrularını ateşin içinden çıkarmaya çalışan anne kuşların yardım çığlıkları. Ardından ağaç dalları haykırmaya başladı. İnsanlar bir yolunu bulup kurtuldular. Ölüm yaşanmadığı dudaklardan dökülüyordu. Peki ya doğadaki canlılar, toprak? Ayrıca felaketle burun buruna kalmak da yeterli değil miydi isyan etmek için? İnsanlar merak etmiyor muydu patlamanın nedenini? Sorumluların cezalandırılmasını talep etmeyecekler miydi? Gerçi geçen sene yine benzer bir patlama sonucu 13 yaşındaki Makhir İsmailov ölmüştü. En fazla bir hafta üzüldü insanlar. Sonrası malûm, üstü kapatıldı ve çocuğun ailesi apar topar taşındı bu diyardan. Kendi cinslerine değer vermeyen bir canlı türünden, öte bir tepki beklemek de yersiz sanırım.

Ortalık sakinleştikten sonra yan binadaki televizyondan gelen sese kulak kesildi. Korktuğu her hâlinden belli olan bir turist kadın veryansın ediyordu. Söylediklerini kulakları mı duymuyor, yoksa tedirginlik sonucu ne dediğini bilmiyor mu diye bir an düşündü Siyah. Çünkü kadın, gerçekleşen felaketi kınayacağına, burada yaşayanları azarlıyordu. Silahlar ile iç içe olmaya nasıl karşı çıkmıyorsunuz, diye kızıyordu. Ağzından çıkan köpükler, karşısındaki adamın yüzünü yalıyordu. İşte o anda, sömürgeciliğin ürettiği kibir kadının yüzünde şekilleniyordu.  O nerden bilsin; patlayanın aslında kendi ülkesinin bombası, işgalin birebir yansıması olduğunu.  Sonraki ses ise bu ülkede yaşayan bir kadına aitti. Tedirgin ve üzgündü. Tüm yaşananlara öfke duyuyor ama bunun sorumlusunu biliyor ve hırsını değil duygularını paylaşıyordu. 13 yaşında bir kızım var diyor ve ekliyordu: “Çok korktu ve bana dedi ki, ‘anne ben bunları yaşamak için çok küçüğüm’ ”. Ama Makhir bunu bile söyleyememişti.

Gecenin karanlığı yerini günün beyazlığına bıraktığında, kötülük daha da belirginleşti. Savaş hazırlığına yarayan araçların, güvenliği ne denli tehlikeye attığı anlaşıldı. Muktedirler bu algının yayılmaması için hemen sazı ellerine aldılar ve “hayat normale döndü” dediler. Aslında haklıydılar. Çünkü başımıza ne geldiyse, “normalleştirmeden” gelmişti.

 

 

 

 

Bu yazı toplam 2455 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar