1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Ne İçin Mücadele Ediyoruz?
Ne İçin Mücadele Ediyoruz?

Ne İçin Mücadele Ediyoruz?

Ne İçin Mücadele Ediyoruz?

A+A-

 

Hasan Yıkıcı
hasanykc@gmail.com

“Her şey kendince ne kadarsa varlığında direnmeye çabalar”
Spinoza, Etika


17.yy’da yaşayan ve yazdıklarıyla döneminin tüm dini çevreleri karşısında bulan Benedictus Spinoza, insanın varlığını sürdürmesini kişinin sarfettiği çaba ile bağdaştırır. Spinoza bu ‘varolama çabası’nı kısaca conatus olarak isimlendirir. Fakat Spinoza conatus’u, yani varolma çabasını, içinde arzuyu barındıran bir süreçten bağımsız tutmaz. Ve Spinoza buradan da sevinç ve keder üzerine felsefe tarihinde yapılmış değerli önermelerden birini yapar. Spinoza, varolma çabasının duygulanışlarını temel eserlerinden biri olan Etika’nın ‘Duygulanışların Kökü ve Tabiatı Üzerine’ isimli bölümünde, sevinci insanın daha az bir yetkinlikten daha büyük bir yetkinliğe geçişi olarak tanımlarken, kederi ise insanın daha büyük bir yetkinlikten daha az bir yetkinliğe geçişi olarak tanımlar. (Spinoza, s. 181).

Fakat Spinoza bununla da kalmaz ve conatus’un insan zihninde nötr, olumsuz ve olumlu üç çeşit varyasyon oluşturduğunun altını çizer. Bunlardan olumsuz varyasyonun bireyin yaşadıklarının, başına gelenlerin, onun varolma çabasını yok etmediğini fakat kısıtladığını yazan Spinoza, bu duruma da ‘eyleme kudretinin kısıtlanması’ der. Sipinoza eyleme kudretine yönelik kısıtlamanın, ölüm olduğunu çünkü ölüme kadar giden sürecin zihnin düşünce kudretini kısıtladığını, onun zenginliğini gittikçe yok ettiğini ortaya atar.

***

Spinoza felsefesinin sadece bir bölümüyle ilgili yukardaki kısa paragrafın, Kıbrıslı Türkler’in yıllardır içinde bulunduğu varolma çabasını doğrudan tanımladığını düşünmekteyim. Türkiye’nin asimilasyon, kültürel entegrasyon ve neoliberal ekonomik dönüşüm saldırıları, Kıbrıslı Türklerin daha az bir yetkinlikten daha büyük bir yetkinliğe değil, daha büyük bir yetkinlikten (üretim süreçlerinden koparılma, kurumlarımızın elimizden alınarak özelleştirilmesi, kamusal alanların sermayeleştirilmesi vs) daha az bir yetkinliğe (yoksullaştırma ve yoksunlaştırma) geçişine neden olmaktadır. Spinoza’nın şık tanımıyla bir yandan eyleme kudretimiz kısıtlanırken, diğer yandan da düşünce zenginliği ve özgün zihinsel üretim de kısıtlanmaktadır. Günün sonunda Kıbrıslı Türkler için, gerek siyasal gerekse maddi manevi olarak geriye gittikçe kuvvetlenen bir hiçlik ve bundan türeyen bir keder kalmakta.

Spinoza’nın meşhur conatusun’unun en basit tanımı, “Her şey kendince ne kadarsa varlığında direnmeye çabalar” cümlesi, Kıbrıslı Türkler için gittikçe “Her şey kendince ne kadarsa hiçliğinde çırpınmaya çabalar” tanımına dönüşmekte, yani ölüme!

***

Kırılma noktası

Türkiye’nin, Kıbrıs’ın kuzeyinde on yıllardır sürdürdüğü ekonomik, askeri, kültürel ve manevi politikaların sonuçları Kıbrıslı Türkler için artık etkileri derinlemesine hissedilebilir bir yıkım hâline gelmiştir. Türkiye 1960’lardan ama özellikle de 74’den beri sürdürdüğü politikalarla Kıbrıslı Türkler’in ‘eyleme kudretini’ gittikçe daraltmış ve geldiğimiz noktada neredeyse kendi özgün varoluşumuz için toplum olarak eğleyemez hâle getirildik. Burada sadece ‘getirildik’ demek eksik kalacaktır, aynı zamanda ‘geldik’ de. Çünkü Kıbrıslı Türk siyasal tarihi bir yandan ‘anavatanlarına’ biat edenlerin tarihi olduğu kadar diğer yandan da Kıbrıslı Türkler’in çıkarlarını savunarak yola çıkanların en geniş tabanlı bir şekilde ihanetlerinin de tarihidir. Bir taraftan dışsal olarak dayatılan ‘eyleme kudretinin kısıtlanması’, diğer yandan da içsel olarak normalleştirilmiştir. Kuşkusuz burada ganimet kültüründen, üretimsizlik ilişkilerinden ve bireycilikten derinlemesine etkilenen, suni olarak yaratılan refahın konformizmine yenik düşen ‘masumların da masumiyetini’ de dert edinmekte fayda var.

***

Gelinen noktada geleneksel Kıbrıslı Türk siyasal liderliği, gerek sağı ile olsun gerekse de kendini sol diye pazarlayan ama esasta liberal demokrattan öteye geçemeyenleri ile olsun biat geleneğini bozmaya cüret etmedi, edemedi. Özellikle bir yoksunlaştırma ve yoksullaştırma politikası olarak hala devam eden su ve ekonomik protokol süreçleri sadece liberal demokrat CTP liderliği için değil, CTP’nin içindeki muhalif kesimler için de en başta samimiyet, ardından ise siyasal etik sınavı oldu ve bu sınavdan çok feci bir şekilde dibe çakıldılar. Daha iki yıl öncesine kadar Yunanistan’da SYRİZA’ya övgüler düzerek, Dünya Bankası, Troyka ve İMF’yi eleştiren CTP’li ‘sol muhalifler’ bugün gelinen noktada suyun özelleştirilmesine imza atmaktan, ekonomik protokole Dünya Bankası raporlarına uyarak DPÖ’nün kapatılmasını kendilerinin koyduklarını ve kamu-özel ortaklıklarını, limanları-telefonu özelleştirmeleri pervasız ve pişkince savunabilecek duruma geldiler. Günün sonunda CTP’nin sol muhalifleri Birikim Özgür gibi şahin bir neoliberal ile ortak paydada buluşabiliyorsa, sanırım artık CTP ile sol kelimelerini yan yana kullanmaktan kaçınmak, sadece politik bir tercih değil, aynı zamanda etik bir de zorunluluktur.

CTP’nin pratik misyonu, neoliberal politikalara karşı muhalefet edermiş gibi gözüküp, neoliberal politikaları halkın rızasını almaya çalışarak uygulayıcısı olmasıdır! Geleneksel ‘sol’ siyasetin etik-iktisadi ve politik iflası, yıkımı! Bu siyaset sahnemizdeki kırılma noktasının ilk çatlağını oluşturmaktadır.

İkinci çatlak ise kuşkusuz geleneksel sağ siyasetteki yarıktır. Muhafazakâr sağ söylemin artık gündelik hayatta herhangi bir karşılığı kalmaması, Kıbrıs Sorununun sağ siyasileri bile istemsizce de olsa çözüme evet deme, en azından çözümsüzlük siyasetini söylemsel olarak da olsa terk etmeye zorlaması,  ganimet üzerine kurulan siyasetin sınırlarını tüketmesi ve sağ siyasetçilerin küçük iktidar hesapları içerisinde sürekli parti değiştirerek güvensiz, yoz bir imaj yaratmaları, Kıbrıslı Türklerin manevi değerlerinin aşağılanmasına yönelik doğrudan pervasız tavırları, geleneksel sağ siyaseti olumsuz yönde etkilemiştir.

Aslında merkez sağ ile liberal demokrat, yani geleneksel olarak merkez ‘sol’ arasındaki en önemli fark; merkez ‘sol’un daha karmaşık, yanıltıcı, manipülelere dayalı ve dolaylı yalanlar üzerine kurulu siyasetinin aksine sağ siyasetin apaçık yalanlar üzerine kurulu olması idi. CTP’nin olduğu gibi UBP ve DP’nin de altındaki zemin çatlamaktadır. Bu da kırılma noktasının ikinci çatlağı!

Bundandır ki, gerek UBP ve DP gerekse de CTP neredeyse bir senedir halkın iradesini yansıtmayan bir Meclis yapısında ısrar etmektedir. Son dönemde yaşananlar hükümet krizi olarak tanımlansa da asında yaşanılanın açık seçik sistem krizi olduğudur.

Sistem krizinden restorasyon hareketine!

kktc’nin artık Kıbrıslı Türkler için, bu haliyle yaşamsal bir devamlılığı temsil etmediği hemen hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir gerçek. Tarihsel süreç içerisinde resmi söylemde kktc bir yandan Kıbrıslı Rumların şiddetine karşı Kıbrıslı Türkler’in sığınacak evleri olurken, diğer yandan da halkların tarihi açısından Türkiye’nin stratejik emellerini gerçekleştirmeye yönelik uydu devletçik olmuştur. Fakat özellikle kktc’nin kuruluşundan itibaren Kıbrıslı Türkler’in başlarına gelen olaylar dizisi içerisinde resmi söylem ne kadar gittikçe anlamsızlaşmış ve meşruluğunu kaybetmişse, kktc’nin yaşanabilir bir yapı olarak varlığı da bir o kadar güvenilmez ve gelecek vadetmez hale gelmiştir. Toplum kesimleri için bu böyle iken, Ankara tarafında ise kktc’nin beslediği ve olgunlaştırdığı evlatları artık yeni politikaları için kurucu potansiyel taşımamaktadır.

Tam da kesişen bu noktalarda halkın varolan haliyle kktc’ye ve siyasal öznelerine olan güven aşımı ile Ankara’nın yeni potansiyellere ve gelenekselin dışındaki bir tarz-ı siyasete duyduğu ihtiyaç siyaset sahnemizde yeni ve güçlü öznelerin gelişmesine ortam sağlıyor. İşte Kudret Özersay ve Halkın Partisi böyle bir konjonktürde kamuoyu yoklamalarında ilk parti olarak siyasetin yeni kurucu özenesi olarak kendisini göstermektedir.*

Siyasette, toplumsal yaşamda kırılmaların olduğu, kktc sisteminde ciddi çatlakların meydana geldiği bir dönemde Halkın Partisi gerek kurduğu söylem, gerek eleştirisini inşa ettiği bağlam, gerekse de talepleri ve vaatleri ile geleneksel partilerin alternatifi olmayı becerse de, bu durum sistemden kopuşun veya yeni bir toplumsal düzenin kurucu unsuru olmadığı gerçeğini değiştirmez.

Açık konuşmakta fayda var, Halkın Partisi, geleneksel partilerle birlikte yıkılan geleneksel kktc’den yeni kktc’ye geçişin zeminini döşemektedir. Kudret Özersay ve Halkın Partisi kktc heyulasından bir kurtuluşu değil, kktc’nin restorasyon hareketini simgeler. 

Eski kktc’yi ve ideolojisini şekillendiren milliyetçilik, hamaset, korku, ganimet, ötekileştirme ve adaletsizlikler gibi değerler ise; yeni kktc’yi ve yeni sağ siyaseti de toplumsal iyi, hesap sorma, temiz toplum, hesap verebilirlik, yenilik, şeffaflık, herkesi kucaklama, umut, değişim, eski siyasetin ve yapının eleştirisi ile sıkça boş gösteren söylemler üzerinden şekillenen bir politik hattır. Halkın Partisi çözüm olmadığı ve federatif bir yapı oluşturulamadığı koşullarda, tarihsel misyonunu yerine getirerek artık ismi hariç her anlamıyla yıkılan kktc’nin, restorasyonunu gerçekleştirecektir. Çözümsüzlüğün sürer durum olduğu bugünkü koşullarda siyasette yaşadığımız dönüşüm de bir yıkım olduğu kadar kktc’nin restorasyonunun da başlangıcıdır.

Kopuş mümkün mü ya da ne için mücadele ediyoruz?

Ne için mücadele ediyoruz? Sürekli olarak bizleri kandırmalarıyla ve yalan söylemeleriyle sonuçlanan umut tacirlerine koltuk kazandırmak için mi? Yoksa sahte bir değişim ve yenilenme üzerinden, eskinin yeni bir pakette karşımıza servis edilmesi için mi? Hakiki iktidar ve tahakküm ilişkilerinin gizlenmesi, manipüle edilmesi veya kabul edilmesi adına rızamızın alınması için mi, yoksa iktidar ilişkilerine halel gelmeden iktidar ilişkilerinin görüntüsünü değiştirmek, vitrinde kapsamlı bir yeniliğe girmek için mi? Ne için mücadele ediyoruz? Yazının başında Spinoza’dan yaptığımız alıntıda olduğu gibi daha büyük bir yetkinlik derecesinden daha az bir yetkinlik derecesine geçmek için mi yoksa tam tersi, daha az bir yetkinlik derecesinden daha büyük bir yetkinlik derecesine geçmek için mi? Spinoza aynı zamanda bu yetkinlik durumlarına bağlı olarak neşe ve keder tanımlaması yapar. Neşe, Spinoza için daha düşük bir yetkinlik derecesinden daha yükseğe geçmek iken, keder ise daha büyük bir yetkinlik derecesinden daha düşüğe geçmektir. Peki biz ne için mücadele ediyoruz? Keder için mi, neşe için mi? Kıbrıslı Türklerin kederini dindirecek ve neşesini yükseltecek şey kuşkusuz conatusumuza bağlı olarak ‘eyleme kudretimizi arttırmak’ olacaktır. Bunun için bir yandan gelenekselin çürümüşlüğü içinden kendimizi kurtararak diğer yandan da eskinin yeni olarak pazarlanmasının cazibesine kapılmayarak, yapısal bir kopuşa ve bunun kolektif öznesine ihtiyaç vardır.

Ne için mücadele ediyoruz sorusu, “her şey kendince ne kadarsa varlığında direnmeye çabalar” önermesini nitelikli bir kopuşu ve varolanı restore etmeye yönelik değil, varolanı aşmayı ve ondan kopmayı sağlayabilecek şekilde olabildiğince yaygınlaştırmaktan geçmektedir. Bunu da içkin bir değer olarak dayanışma, toplumsal eşitlik, adalet ve özgürlük gibi değerleri, her türden tahakküm ilişkisine karşı müşterekçi ve dönüştürücü bir politik-etik tavır olarak hayata geçirebilecek yeni bir zemin yaratarak gerçekleştirebileceğiz. Bu anlamda somut ve pratik önermelerden kaçınmadan, içinden geçtiğimiz süreçte YKP-BKP ve çeşitli hak alanlarında mücadele eden yapıların söz konusu kırılmaya nasıl müdahale edecekleri, ortak bir dayanışma hattı oluşturup oluşturamayacakları önem taşımaktadır. Bugünden birleşik sol muhalefet zemini ve birliği için kolları sıvamak, bunu araçlarını yaratmak, söz konusu kırılmaya doğru ve sağlam bir yerden müdahale etmek anlamına gelecektir.

*Burada bir parantez açmak lazım, bu cümle kesinlikle Halkın Partisi’nin ve Kudret Özersay’ın Ankara tarafından yönlendirildiği veya ABD’nin satranç taşı olduğu sonucu çıkartılmamalı. Siyasette ilişki her zaman dışarıdan içeriye doğru olmayabilir. İçeriden dışarıya doğru da olabilir. Yani aksini ispat edemedikçe Özersay ve hareketinin kktc’nin özgün koşullarının eleştirisi üzerine şekillendiğini ve inşa olduğunu söyleyebiliriz. Aksi paranoya olur. Fakat paranoya yapmama adına, içerden bir siyasetin de dışarısı ile uyum ve uzlaşı içinde olmayacağını düşünmek de saflık olur. Özellikle ‘nitelikli müzakerecilik’ kavramının ardında aslında ‘nitelikli bir aldatmacanın’ yattığını öngörememek için oldukça saf” olmak gerek.

Bu haber toplam 1881 defa okunmuştur
Gaile 365. Sayısı

Gaile 365. Sayısı