1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Naziler, Postkolonyal Söylem, 21. Yüzyıl’ın Amerikan Yeni-Muhafazakarlârı ve Kaçınılmaz Yazgı
Naziler, Postkolonyal Söylem, 21. Yüzyıl’ın Amerikan Yeni-Muhafazakarlârı ve Kaçınılmaz Yazgı

Naziler, Postkolonyal Söylem, 21. Yüzyıl’ın Amerikan Yeni-Muhafazakarlârı ve Kaçınılmaz Yazgı

Nazizm emperyalizmin bir ürünüdür. Çünkü sömürgelerdeki şiddet eve Nazi şiddeti kılığında ithal edilmiştir

A+A-

 

Prakash Kona

 

(Çeviri ve dipnotlar: İbrahim Beyazoğlu)

ibrahim.beyazoglu@gmail.com

Amerika, 21. yüzyılda henüz büyük bir dünya gücü değildi. Meksika’nın işgaliyle (ki bu 1847 Savaşı diye de bilinir) Amerika, bugünkü California, Utah, Nevada ve Colorado’nun belli kesimleriyle, Arizona, New Mexico ve Wyoming eyaletlerini zorbalık ve çeşitli dolaplar çevirerek ele geçirdi. Eğer Meksikalılar’a ait Texas da bu silsileye eklenirse, bu durumda Meksika topraklarının üçte ikisinden edilmiş oluyor. Ve böylece ufukta beliren Kaçınılmaz Yazgı (Manifest Destiny)[1] doktrini – yani kısaca emperyal yayılma felsefesi –meyvelerini vermeye başlar. Sonrasındaysa zaten Amerika bir dünya gücü halini alır. 2. Dünya savaşını takip eden yıllarda, Kaçınılmaz Amerikan Yazgısı ideolojisi, Batı Uygarlığı’nın “yazgı”sına “tekabül” etmeye başlar. Kim ne derse desin, aslında Gandi’nin “Batı Uygarlığı”nı “iyi bir fikir”[2] telakki etmesi bu noktada bütünüyle ironi değildi. Çünkü, bu minvalde söz konusu olan, aslında bu uğurda kürek sallayanların kafalarına kazınmış bir fikirdir. Örnek vermek gerekirse, oğul Bush, Yeni Muhafazakâr zevat ve Donald Trump manidardır. Bu saydıklarımız ötekiler’e karşı, ki bunun içerisinde alışılagelen sömürgeler de yer alır, Batı’nın yazgısının dillendiricileri ve savunucularıdırlar.

Tüm bu tanımlar, küresel dünyada içerisinde haliyle “yeni gerçeklikler” kisvesine büründürülür. Henüz 20’nci yüzyılın başlarında, her kılığa girebilen Amerikan Başkanı Theodore Roosevelt, “Beyazların Kızılderili toplaklarını fethedip yerleşmesi, uygar insanlığın ırksal üstünlüğü ve refahı açısından şarttır” diye buyurmuştu. Peki, Roosevelt “uygar insan” derken acaba kimi kastediyordu? Roberto Rossellini’nin Roma, Açık Şehir (1945) filminde, Gestapo subayının teki, gördüğü tüm acımasız işkenceye rağmen bir türlü konuşmayan direnişçiye dair, görünüşe göre pek de ikna olmuşa benzemeyen Nazi dostuna şöyle der: “Şafaktan önce ötmesi gereken bir adam var… Konuşacak… Yoksa bu bir İtalyan’ın en az bir Alman kadar değerli olduğu anlamına gelir! Bu da tüm köle ve üstün-ırkın taşıdığı kan arasında fark yok demektir! Savaşın varloluş nedeni de tam da budur”.  Eğer Almanlar kendilerinin “üstün ırk”, Alman kanının da dünyadaki diğer “köle-ırk”lardan farklı ve üstün olduğuna inanmasalardı, Nazizm denen şey ortaya çıkmazdı. Gestapo komutanının burada vurgulamak istediği şey aslında dönüp dolaşıp şu noktaya geliyordu: Ya üstün ırksın ya da köle ırk, yoksa kesinlikle “bu savaş için hiçbir sebep yoktur”.

Nazizm emperyalizmin bir ürünüdür. Çünkü sömürgelerdeki şiddet eve Nazi şiddeti kılığında ithal edilmiştir[3]. Tam da bu sebepten dolayı, sömürgelerde yüzyıllar boyunca tezahür eden batı şiddeti, aslına bakarsak Holokost buzadığının yalnızca gözle görünen kısmıydı. Buzdağının görünmeyen kısmına gelirsek, bu da sömürgelerde fiilen yaşanan soykırımdı. Şu halde bu ikisi birbirinden ayrı şeyler değildir. Şu bir gerçek ki, Hitler ve Churchill öteki bağlaşıklardan daha kötü değildi.

Bilindik Batı normları içerisindeki kendi halinde bir bireyin ya da insanın dışraklık üzerinden tanımlanır. Eğer Naziler, İtalyanlar ve Yahudileri dışlamışsalar, Amerikalılar da pekâlâ Arapları dışlamışlardır. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki faaliyet gösteren herhangi bir kurum açısından, Arap kanıyla Amerikan kanı arasında bir denklik varsaymak tahayyül bile edilemez. İşte, eni Muhafazakâr zihniyeti denen şey budur. Kendi üstünlüklerine inanırlar ve ne pahasına olursa olsun bu “üstünlüklerini” de savunurlar. Yoksa ne diye Amerika kalkıp da Irak, Afganistan, Latin Amerika veya  “Üçüncü Dünya”nın herhangi bir yerinde cirit atsın ki? Böylesi bir savaşın, üstelik de onu haklı kılacak gerekçelerin yokluğunda, zerre kadar değeri yoktur, kıyamettir.

Neden artık insanlar kendi insanlarına işkence edip onları öldüren iğrenç ölüm tacirlerini korumak zorunda olsunlar ki? Bu ırk “üstünlüğü” inanışı kaçınılmaz yazgıcılık denilen şeyin tam kalbinde yatar. Barack Obama’nın 2008 seçim zaferinin bile temelde bir fark yaratmayacağı, bir şey değiştirmeyeceği, zaten gün gibi aşikârdı. Zira o da batının kaderini (yani kaçınılmaz yazgı’yı) kendi kaderinin önüne koymak zorunda. Bu yazgı, oğul Bush için “kaçınılmaz”[4] olduğu kadar, “yeterince-beyaz-olmayan”[5] Obama ya da o pozisyonu işgal eden herhangi biri açısından da, mesela Donald Trump, su götürmezdir. Globalleşme “aşağı ırklara” ulaşıp onları  “bizim kendi” şablonlarımıza oturtarak güya “eğitecek” şu medeniyet götürme misyonunun bir parçasıdır. Küresel “kaçınılmaz yazgı”, bu ırkçı sistemin idamesiyle ilişkilidir.

Kuşkusuz, 11 Eylül saldırılarının fitilini tutuşturanlar bu fikri Hollywood filmlerinden aşırmışlardır. Bu kadar ahmaklık olsa olsa Amerikan filmlerinde mümkündür. True Lies[6] gibi filmler gerçekten de ismi ile müstesna bir yapımdır, yani adı gibi gerçek yalanlardır. Bunun sebebi, Araplar ne zaman Amerikalılar’la mukayese edilseler, bu hayatların ne kadar “ucuz olduğu” acı gerçeği yüzümüze çarpar niteliktedir: Araplar ve Afganlar, beyaz “insanlık” kategorisinin dışındadırlar. Daha da önemlisi, Amerikan “ailesi”,  kendi hayat tarzlarına tehdit oluşturacak bir “terörist” tehdidi yoksa, bir aile olarak varolmaları mümkün değil. Amerikan hayat tarzının varoluş sebebi “teröristlerdir”. Aksi takdirde, böylesi bir çelişki, sistemin taşıyabileceğinden çok daha ağır geleceğinden, bütün sistem bu yalanların baskısı altında tepe taklak olacaktır.

Amerika’nın “üçüncü dünya” ülkelerine yönelik dış politikasını anlamak için ırkçılık bir anahtardır. Bir Arap veya Siyah’ın yaşamı, beyaz bir Amerikalı’nın hayatından “aşağı”da olması gerekir. Bu böyledir. Aynı zamanda, bu inanç yüzünden, beyhude savaşa sürülen sefil beyaz Amerikalılar’ın hayatları da Amerikan burjuvazisi ve elitlerinkinden çok daha ucuza satılmıştır. Siyah olsun, beyaz Hispanik ya da Hintli olsun, tüm zenginlerin yaşadığı hayat çoğunlukla ülkedeki öteki hayatlardan daha “değerli”. Hayatların değeri para skalası üzerinden derecelendiriyor. Bu kıymet biçme ölçeğine göre, eğer beyaz ve zenginsen, bu dünya üstünde herhangi birinden daha değerlisin. James Baldwin’in bir zamanlar dediği gibi, “bu ülkenin ipe sapa gelmez, kelimenin tam anlamıyla tutarsız dış politikası, aslında buradaki özel hayatın tam bir iz düşümüdür”. Irkçılığın kökenleri ve dışlayıcılığı, bireycilik ve Amerikalılar’ın özel hayatlarında saklı çıkarlarda tezahür eder. Tıpkı Malcolm X’in bir zamanlar dokunaklı yanıtında değindiği üzere:

Hayır, ben Amerikalı değilim. Ben Amerikancılığın kurbanı 22 milyon siyah insandan biriyim. Demokrasisinin kurbanı 22 milyon siyah insandan biri, olsa olsa maskelenmiş bir ikiyüzlülük. Size buradan bir Amerikan, bir vatansever, şoven veya bayrak şakşakçısı olarak seslenmiyorum - hayır bunların hiçbiri değilim. Size Amerikan demokrasisinin bir kurbanı olarak sesleniyorum. Ve kurbanın gözlerinde Amerika’yı izliyorum. Amerikan Rüyası diye bir şey görmüyorum; tek gördüğüm yalnızca Amerikan kâbusu.

Bir insanın güttüğü çıkarların “rüya”sı, bu sistemde sırıtan yoksul siyahların “kâbus”udur da aynı zamanda. Gelgelelim, bu rüya, Amerikan emperyalizmine boyun eğen “Üçüncü Dünya” için de geçerlidir. Beyaz “üstünlüğü” ideolojisinde yatan mantık, Irak ve Afganistan işgallerinde olduğu kadar, neredeyse bundan 150 sene önce Meksika’dan gaspedilen topraklar için gereken meşruiyeti kılıfı olarak bir kez daha karşımıza çıkar. Bush, Trump ve beyaz elitler, batılı-olmayan kendi işbirlikçi şürekâsının meşruiyetine halel getirmemek için cinayet işlemekten bile kaçınmayan bir beyaz üstünlükçüdür. 

Kendi ülkem Hindistan’a gelelim. Rossellini’nin Roma, Açık Şehir filminde “Köle ırkı” sakızını çiğneyen Gestapo komutan, aslında ABD ile iş fırsatı kollayan Manmohan Singh’in başını çektiği UPA hükümeti gibi hainlere referanstır. Bilhassa, sel baskınları zaten yoksul olan Bihar halkını kırıp geçirerek üç milyon insanı şok etmişken. Tepedeki Singh’in kuyruğuna takılan dalkavuk takımı hariç – ki bırakın ülke idare etmeyi, ancak kreş yönetebileceği aşikar Sonia Gandi’yle saf tutan yalaka zümre de bu gruba dahildir–bütün bu olup bitenler az buçuk vicdan taşıyan herkes için tartışma konusu bile edilemez gerçeklerdir. Çünkü hatırlarsanız ABD Dışişleri Bakanlığı’nın Kongre’ye bildirdiği üzere, Hindistan nükleer deneme yapması halinde, Nükleer Anlaşma feshedilecekti. Ben ne nükleer silahların artışından ne de denemesinden yanayım. Zira her ikisi de bu ülkenin gerçek ihtiyaçlarına hizmet etmiyor.

Tabii bu somut özelinde, bilhassa şunun da unutulmaması gerekli: burada kesinlikle gözden kaçırmamız gereken bir şey de Amerika’daki baskın çevrelerinin bina ettiği düzen ve onun uşak ruhlu “üçüncü dünya” sahtekârlardır. İşte “üçüncü-dünya”nın sözüm ona “köle-ırk” teorisi temelini bunlardan alır. Sebebini anlamak çok da zor değil: omurgasız, köle zihniyetli yalakalar, ırkçı sistemi sürdürmek için kaç para alacaklarının derdindeler. Bunlar, sömürgecilik ve Nazizm’i varlık sebebinin tam da kendisidir. Gestapo komutanı bu meşrepten yalakaların kendi halkını bile yok pahasına satacağını, gelgelelim bir “üst-ırk”a mensup kendisininse böyle bir şeyi asla yapmayacağını biliyordu. Ancak, halkının özgürleştirme davasına ihanet etmektense, Nazilerin elinde ölmeyi yeğleyen direnişçi, Gestapo kumandanın çuvalladığını kanıtladı.

Amerikanizm ırkçılıktır. Neden dünyanın geri kalanı kendi imgelerine Amerikan aynasında baksınlar ki? Neden kendi farklı kültürleri ve gelenekleriyle var olmasınlar? Niye kendi yaratıcı bireysel aynaları, kendi dilleri, tekilleştirmeyen diyalekteri ve yaşam tarzları sayesinde inşa edilmesin? Ne diye bütün dünya bir Amerikan patronunun başını çektiği çok uluslu bir şirket olsun? Amerika, Batılı-olmayan ulusların kafasını kendi siyasi ekonomileri ile kırmak zorunda mı? Amerika Birleşik Devletleri ne yüzle biz kendi halimizde yaşayıp gitmek isterken, bizim adımıza bu hayatı yaşamak istesin?

Batı ekonomileri muntazaman sömürgelerin ensesinden geçindi ve günümüzde bunu çokuluslu şirketler vasıtasıyla ‘kör gözüm parmağına’ devam ettiriyorlar. Baldwin “A Rap on Race”teki söyleşiler boyunca insanbilimci Margaret Mead’in dikkatini de buraya çeker:

Söz konusu kâr sistemi, içerisinde ciddi kusurlar barındırıyor. Artık öyle ya da böyle, şu an hemen burada, bu odada oturan herhangi biri bile Batı ekonomisinin ölüme mahkûm olduğunu söyleyebilir. Kesinlikle, Batı ekonomisinin içine düştüğü bunalım, bir bakıma, benim kazandığım her kuruştan, daha doğrusu kendi refahımın bedelini ödeyen Güney Afrikalı siyahi madencileri sömürüren bu sistemin bizzat kendisinden kaynaklanıyor… Ve bu sömürgeleştirme halen devam etmekte. Bunun farkına varamazsak hapı yuttuk demektir. Çünkü işçi bu ağırlığın altında ezilecek, telef olup gidecektir. Bunu idrak edemez ve helak olmuş işçinin belini doğrultmasına yardım edemezsek, bütün her şey tepetaklak olur... Peki, bu durumda ne yapmalı? Ezileni ve kendimizi nasıl özgürleştirmeli? Çünkü işte tam da bu özgürlüğün kendi, çifte özgürlük demek.

Batı uygarlığı gözünü kan bürümüş bir canavardan farksız. Amerika Birleşik Devletleri medeniyetinin merkezinde duran şizofreninin örneğidir. Sen yeryüzünün bir kısmını dışlayan bir yaşam bütünü inşa edemezsin. Bu, adına ırkçılık denen, beden ve ruhun hastalığının köküdür. Almanya “diğer ırklar” üzerindeki “üstünlüklerinin” gafletine düşünce, bir ulus olarak boğuldu. Amerika Birleşik Devletleri’nin de aynı şekilde tabutuna çivisi çakılıyor. James Baldwin’in son röportajında söylediklerine kulak vermek lazım:

Onlar kapana kısıldı. Ve hiçbir şey onları bu kapandan çıkaramaz. Dünya döndüğü sürece ne siyah-beyazdır. Ne de Amerika medeniyet sembolüdür. İngiltere ve Fransa da değillerdir. Şu an, zamanla bunları yutacak başka türlü bir şey alttan alta kaynıyor. Dünyanın sahip olduğu tek ümit de batı hegemonyası ve medeniyetinin dizginleneceği inancıdır [7]

 


Kaynakça

 

Baldwin, James & Mead, Margaret. (1971). A Rap on Race. Philadelphia: Lippincott.

 

Bhabha, Homi. (1994). The Location of Culture. London & New York: Routledge. 

 

Bosch, David J. (2011/[1991]). Transforming Mission: Paradigm Shifts in Theology of Mission. (20. Yıldönümü baskısı.). Maryknoll, New York: Orbis.

 

Cesaire, A. (1972). Discourse on Colonialism. New York: Monthly Review Press.

 

Cheyfitz, E. (1997). The Poetics of Imperialism: Translation and Colonization from The Tempest to Tarzan. Philadelphia: University of Pennsylvania Press.

 

Fanon, F. (1967). Black Skin, White Masks. London: Pluto Press.

 

Todorov, Tzvetan. (2014). Demokrasinin Samimi Düşmanları (I. Gürbüz, Çev.). İstanbul: Everest Yayınları.

 

Young, R.C. (2004). White Mythologies. Abingdon: Routledge.

 

Prakash Kona Kimdir?

Prof. Prakash Kona, Hindistan’ın Haydarabad Üniversitesi, İngilizce ve Yabancı Diller Bölümü’nde öğretim görevlisi ve aktivisttir. Bugüne kadar yazılmış “How I Invented Myself as “"Prakash Kona"”, “Nunc Stans”, “Words on Lips of a Stranger”, “Pearls of an Unstrung Necklace”, “Literary Criticism: A Study of Pluralism (Wittgenstein, Chomsky and Derrida)”, ve “Streets that Smell of Dying Roses” gibi eserleri vardır.


Notlar

[1] Manifest Destiny, yani “kaçınılmaz yazgı” tabiri bu denemenin anahtar kelimelerindendir. Hatta belki de en önemlisidir. Manifest Destiny kavramını “Kaçınılmaz Yazgı” diye çevirerek karşılamayı tercih ettim. Kaçınılmaz Yazgı bir siyasi doktrin olduğu kadar, teleolojik bir inançtır da.  Bu kader söylemi kendini Tanrı’nın Amerika Birleşik Devletleri’nin yayılmasını desteklediği inanışı üzerinden var eder. Başka türlü söylersek, emperyalizmi “kaçınılmaz” diye rasyonalize edip, onu “tarih üstü” yani “evrensel”  bir batı uygarlığı ile özdeşleştirir. Kaçınılmaz Yazgı, emperyal ajandayı aklayan (dolayısıyla tarihsel suçları da silip yok eden) bir politika ve tarih yazıcılığı güder. Burada, sık sık, Tanrı’nın hem Amerika’yı hem de öteki halkları uygarlaştırması için kendilerini “Amerikan yayılmacılığı misyonunu” ile görevlendirildiği vurgulanır. Bu tarihsel çerçevede, Amerika Birleşik Devletleri bütün sistemler içerisinde “en ileri uygarlık” olduğundan, tüm insanlar kendi iyiliği için Amerikan olmak istediğine inanılır. 1840’larda icat edilen bu siyasası mesihçi terim, Amerikalıların - sadece kıtaya değil, aynı zamanda ABD’nin varlık alanına girmemiş her yere yayılması için - bizzat İlahi bir tasarı sayesinde mukadder kılınmış bir halk suretinde yaratıldıkları inanışını destekler.  David Bosch, bu içerikte, yani, postkolonyal misyonerlik bağlamında, önemli bir isimdir. Ona göre, Batılı misyoner girişim [Aydınlanma sonrasında], sadece Batı kültürünün “geride kalan” öteki kültürler üzerindeki üstünlüğü varsayarak değil, aynı zamanda haiz oldukları eşsiz özelliklerinden dolayı en uzak yerlere medeniyet taşımaları için Tanrı’nın Batılı ulusları seçtiği vahyini da arkasına alır. Bu inanış genellikle "kaçınılmaz yazgı" olarak anılageldi (2011, s. 289). [İbrahim Beyazoğlu].

[2] Rivayet o ki, İngiliz gazeteci Gandhi’ye yurtdışı gezisinde sorar: “Batı uygarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?” Gandhi de şu cevabı verir: “İyi fikir olurdu diye düşünüyorum.” [İbrahim Beyazoğlu].

[3] Prakash Kona burada Fanon ve Aimé Césaire’e göndermede bulunuyor. Fanon vaktiyle Avrupa’nın bir “Üçüncü Dünya” tasarısı olduğunu söylemişti. Buradan hareketle Fanon, “Siyah Deri Beyaz Maskeler” (“Black Skin, White Masks”) kitabında Nazizm’i “Avrupanın tam merkezindeki sömürgeci sistem” diye nitelemişti (1967, s. 33). Aimé Césaire’se Avrupalılar’ı Nazizm ile işbirliği yapmakla suçlamıştı. “Sömürgecilik Üzerine Söylev”de (“Discourse on Colonialism”), Césaire, Nazizm müsibeti henüz Avrupa’nın tepesine çökmeden önce, Avrupalıların zaten Nazizm’e göz yumup ona davetiye çıkardıklarından dem vurmuştu. Çünkü sömürgecilik, “o zamana dek yalnızca Avrupalı-olmayan insanlara dayatılmıştı” (Césaire 1972, s.14). Bu açıdan, Nazi faşizmi, ithal edilmiş, yani Avrupa’nın bağrına sokulmuş sömürgeciliktir (Young, 2004, s. 39). [İbrahim Beyazoğlu]

[4] Orijinal metinde, manifest diye geçer.

[5] Prakash’ın ne dediğini anlamak açısından Homi Bhabha’nın “yeterince-beyaz-değil” deyişini anmak şarttır. Yeterince-beyaz-olmamak postkolonyal çalışmalarda sıklıkla kullanılan terimlerden biridir. Bununla anlatılmak istenen Batı Avrupalı sömürgecinin, sömürge insanına “medeniyet getirdiği” iddiasıdır. Yani buradaki amaç, sömürgecinin kendi suretinde bir öteki olarak kurduğu sömürge insanını bir yandan güya “uygarlaştırırken” (yani “beyazlaştırırken”), öte yandan “üstün” konumdaki sömürgecinin, ötekinin (sömürge insanı) kendisine benzemesi için onu asimile etmesidir. Burada, farklı olan öteki, düalist mantıkla kutuplaştırılarak "dışarıya" yansıtılma üzerinden var edilir. Sömürgeci söylem, kendisine öykünen sömürge öznesinin kendisine benzemesini (tabii taklidi olduğu sürece), kendi gibi olmasını, ancak kendisi olmamasını ister. Dolayısıyla, sömürgeci vesayet ya da icazet ilişkisi içerisinde “yeteri kadar beyaz olmamak” kodu, “benim gibi ol, ben değil” şeklinde de okunabilir (Bhabha, 1994, s.85-92). Uzun lafın kısası, sömürgeci pozisyon, farklılıkları ve ötekini nalıncı keseri kabilinden hep kendine yontar. Tarihsel farklılıkları, yani ondan farklı varoluşları, sadece kendine benzedikleri sürece öteki’nin hakkaniyetini tanır: “Bize benzemeniz koşuluyla size karşı hoşgörülü olacağız”(Todorov, 2014). Ama öte yandan da kendini taklit eden sömürge insanından kaygı duyar.

Öte yandan, “Beyaz Adamın Yükü” (Burada Kipling’den bahsediyorum), Stuart Hall’un deyişiyle, o meş'um “temsil yükü” (burden of representation), etik çerçevede alabildiğine sorunlu bir kavramdır. Kendinden referanslı dar bencilliğinden dolayı, batı-merkezli özne, onların adına konuşma cüreti bulduğu (özellikle kendi içine bakarken) herkesi temsil etme iddiasındadır.  Böylesine haddini aşan bir düşünce tasarısında, ister istemez akla hocam ve dostum Prakash’ın da çok sevdiği Eric Cheyfitz’in “Sömürgeciliğin Şiirselliği” (“The Poetics of Imperialism”) kitabında parmak bastığı sömürgeci monolog geliyor: “Kendi kendine, yine kendi kendisi hakkında konuşurken başkaları adına konuştuğuna dair o fevkalade büyük sömürgeci illüzyon bataklığına saplanır kalır” (1997, s. xx).  [İbrahim Beyazoğlu].

[6]James Cameron’un yönettiği Gerçek Yalanlar (1994) filmi. [İbrahim Beyazoğlu].

[7] Prakash’ın okuduğu kitap şudur: Baldwin, James and Margaret Mead. A Rap on Race. Philadelphia: Lippincott, 1971, (s. 164). [İbrahim Beyazoğlu].

Bu haber toplam 3451 defa okunmuştur
Gaile 399. Sayısı

Gaile 399. Sayısı