1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Mimarlık, Mühendislik ve Süleymaniye'de Bayram Sabahı
Mimarlık, Mühendislik ve Süleymaniyede Bayram Sabahı

Mimarlık, Mühendislik ve Süleymaniye'de Bayram Sabahı

Mimarlık, Mühendislik ve Süleymaniye'de Bayram Sabahı

A+A-

 

Rıdvan ARİFOĞLU
rarifoglu@yahoo.com 

Mimarlık okumaya ortaokulu bitirmeden karar vermiştim. Bu kararımda mimarlığı sanat olarak görmemin etkisi büyüktür. Diğer sanatların okuluna gitmenin gerekliliğini henüz kavrayamamıştım. Müzik, resim veya heykel hep kendiliğinden olması gereken yaratı alanlarıydı. Zaten birşeyler tıngırdatıyor, birşeyler çiziktiriyorduk, ne gereği vardı efen'im bunları okumaya? Önümde tüm sanatları birleştiren kapı gibi mimarlık duruyordu. Tabii iyi bir üniversitede okumak için büzzüğü epeyce sıkmak gerekiyordu. Nitekim öyle oldu, büzzük sıkıldı, zihin açıcı yoğurt yendi, bu gözlerin gördüğü en ilginç şehir olan İstanbul'a gidildi. Hani Tagore der ya; tarihi olup da bu kadar inandırıcı olan başka şehir yoktur, diye, işte o.

Geçen Ramazan Bayramı'nda Süleymaniye Camii'ne gitmiştim. Araya caminin restorasyonu da girdiği için gitmeyeli epeyce zaman olmuştu. Bir yapıyı çeşitli durumlarıyla görmek çok etkileyici oluyor. Farklı hava koşullarında gitmek mimarinin zenginliğini de ortaya çıkarıyor. İnsan varsa başka, yoksa başka… Farklı nitelikte insanlar yapıyı da farklı algılamaya neden oluyor. Bir yapıda insan olmamasını kavramak bile insanla ilgilidir, neticede bir gözlemci olarak düşünceler, duygular üst üste biner. Yahya Kemal Süleymaniye'de Bayram Sabahı şiirinde, "Ulu mâbed! Seni ancak bu sabâh anlıyorum," diye yazmıştı. Bir bina insan için yapılmışsa o binanın insanla birlikte bir başka algılandığıyla ilgili bir vurgu gibi görünmesine rağmen şiirin bütünü okunduğunda görülebilecektir ki Yahya Kemal o bahsettiği bayram sabahı çok daha önemli bir şeyi anlamıştır: Mimarlığın mühendislik olmadığını. Bu şiir fetihler, atalar veya Osmanlı ekseninde okunur ya, doğrusu Kemal'deki bu algı değişimi içerik olarak bu şiirdeki neredeyse tek değerli şeydir.

Şiirde ön saflarda nefer giysili birini görüyor. Bu adamı atalarının bugünkü canlı hali olarak düşünüyor. Yine de bu da önemli değil, çünkü Kemal bu nefer giysili adam acaba caminin yapıcısı mı mimarı diye soruyor, ve mimarlığı ayırmış oluyor. Başka bir dize ise benim bu yazıyı yazmama neden olan ilk kıvılcım oldu: "Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi". Yahya Kemal o zamana kadar mimarlığı, hesap-kitap işi olarak düşünmüş gibi görünüyor. Mimarlığı insanla, insanın yardımıyla (bu kez insanlar binayı kullanırken) anlıyordur artık.

Bazen bir binaya hiç bıkmadan gittiğimiz olurdu. Mimarlık yapmasam da bu alışkanlığımdan hiç ayrılmadım. Farklı havalarda farklı ışıklar, farklı sesler binayı bize açar. O mimarlık kapısının gerisindeki çeşitlilik giderek ortaya çıkar. Süleymaniye Camii'ne bayram sabahı gittiğimi hatırlamıyorum. Güneşin doğuşu muazzam (resmen muazzam) olduğu için herkes birbiriyle konuşup güzelliği pay ediyor. Birkaç kişiyle de sohbet ettik. Dış avluda İstanbul'a yeni gelmiş, dini yarım biriyle sohbet ederken çok tuhaf oldum. Esasen mühendislere yapılan bir haksızlığı da konu etmek istiyordum. Avluda konuştuğum adam ne okuduğumu sordu, mimarlık dedim. O da bana "Meslektaşız!" deyince, "Allahım, Allahım!" dedim, "Lütfen mühendis olduğunu söylemesin!" Kırk yılın başı (daha doğrusu tam kırkbirinci yılın başında) bayram sabahı camiye turistik de olsa gelmişim, lütfen (ama lütfen) duamı kabul et. Cemaat kalabalık olduğu için bana sıra gelmemiş olacak ki korktuğum başıma geldi ve adam acımasızca hançeri saplayıp gatsavidayı çevirir gibi çevirdi: "Ben mühendisim".

Mühendislerin çoğu da böyle işte; kendilerini mimarlarla meslektaş sayıyorlar, oysa ben mühendise meslektaş olduklarını söyleyen mimar tanımadım. Herhalde mimarlar mimarlığı benim gibi sanat sayıyorlar. Bir 20 kez yaşadığım bu sahneye değişik kurgusal öğeler ekleyemeyeceğimi anlayınca meslek işini bir tarafa bırakıp vapurlardan, ışıktan filan bahsettim. Ayrılmadan önce ona Yahya Kemal'in bahsettiğim şiirini okumasını tavsiye ettim sadece. "Mimarlıktan bahsediyor," dedim.
Bugün çevremizdeki insanların çoğu da eski Yahya Kemal gibi bu iki mesleği birbirine karıştırır. Daha doğrusu işi halledildikten sonra bunların bir önemi yoktur. Bana çıkacağı kaçak kat hakkında "fikir" soran, veya tavan arasının oda olarak kullanılması konusunda "tavsiye" dilenen pekçok insandan uzaklaşmışım zaten. Üstelik mimarlık da yapmıyorum. Ulan şerefsiz üç kâğıtçı, zaten bu tip şeylerle karşılaşıp birini boğmamak için mimarlık yapmıyoruz…

Az sonra zavallı mühendisleri savunmak istiyorum, izin verirseniz.

"Maalesef Top Ağlarımızda"
Mühendisler çok talihsiz insanlar. Mesleklerini alınlarında her zaman olduğu gibi kara leke olarak taşıyorlar. Bunda en önemli etken en ufak olumsuz anlatımlarda bile kullanılmalarıdır herhalde. Mesela toplumla ilgili konularda bazı insanların akılcılıklarının yanında kurnazlıklarını vurgulamak amacıyla "toplum mühendisi" kavramı kullanılır. Yani doğal değil yapay bir şeyin, "algı operasyonu"nun askerleri... Yukarıdan inmeci, yaratıcılığa kapalı insanların yapacağı bir şeyler konu ediliyor bu konuşmalarda. Bazen "tarih mühendisi" kavramını da duyuyoruz. Bir konuyu savunması için bu "tarihçi"lere maddi destek sağlanır, onlar da inanmasalar dahi o konunun içeriğini çok güçlü bir şekilde savunurlar. Başkası tam zıt bir konu verse onu da savunacaklar. Yani tarihi "cephanelik olarak kullanmak" dedikleri şeyi yapıyorlar.

Yaratı alanlarında da böyledir. "Sanatçı kişilikli" bazı kişizadeler de sık sık övüngen bir tavırla matematikten anlamadıklarını söylerler. Bu aslında matematikçinin, mühendisin filan akılcı olduğunu anlatmak içindir. Tabii akılcı olanın ikiyüzlü olduğunu varsaydıklarından bunu yapıyorlar. Kendi yaptıkları "sanat"ın ne kadar içten, ne kadar duygu dolu olduğunu anlatmanın bir yoludur bu. Aslında ikiyüzlülük tam da orada işte. Matematiğin ne suçu var birader!? Bu bağnaz kurnazlar "anlamadım" diyemezler. Anlamadıkları her şeye "çok teknik" deyip geçerler.

Ahmet Altan'ın Aldatmak adlı kitabındaki kadının aldatmasında aşık olacağı kişi bir mimardır. Bu klişe o kadar çok kullanılmıştır ki artık mimarlara gına gelmiştir. Bir kere de bir kadın mimara aşık olsun şu kaçamakçılar. Nasıl mühendis kabalık ve anlayışsızlık için kullanılıyorsa mimar da kaçamak yapılacak yaratıcı insan tiplemesi için kullanılıyor. Günlük hayatta bazı durumlarda ise mimar mühendisle özdeşleştirilerek sanki kötü anlamda kullanılıyor. Bu o toplumun yaratıcı düşünceden ne kadar uzak olduğunu gösterir. Bunların hepsi insan içindir ve hepsinde yaratıcılık vardır.

Nazım Hikmet oğlu Memet Fuat'a mimar olmasını ve "sağlam" binalar yapmasını önerir. Bu doğal bir şeydir çünkü o zamanlar mimarlık ve mühendislik bu kadar ayrılmamıştır. Burada Nazım'ın sağlamlığı estetiğe yeğlediğini söyleyemeyiz. Bu sağlam yapı yapma önerisi dönemin anlayışını da yansıtır. Oysa mimarlıkla, mühendislikle veya başka mesleklerle ilgili anlayışların bugün pek değişmediğini görmek çok şaşırtıcı. Ben hatırlıyorum; mimarlık okuyacağımda birkaç kişi bana "yani çizimci mi?" diye sormuştu. Okuldaki sözümona rehber öğretmen beni azarlamıştı. Derslerde ve deneme sınavlarındaki notlarım yüksek olduğu için bu öğretmenimiz bana tıp okumamı emretti. Mimarlık ne de olsa öyle pek zekâ filan gerektirmiyordu! Üstelik gereksizdi onun için. İstediğim şeye değil, toplumda neyin saygınlığı varsa ona yönlendirmeye çalışıyordu beni. Yaratıcılıkla, yetenekle ilgisi yoktu bu öğretmenimizin. Bir başka öğretmen de çok iyi yaptığımı, ortalıkta (mantar gibi) bina bittiğini söylemişti. Yani iyi para kazanabileceğimi ima ediyordu.

Durum çeşitli alanlarda da aynıdır. Allahtan Türkçe edebiyatta bir Oğuz Atay var da pek ses çıkaramıyorlar. Oğuz Atay ve birkaç şair-yazar bu iktidarınızı ellerinden alıyor maalesef (ve maalesef)!

Bu haber toplam 1969 defa okunmuştur
Gaile 352. Sayısı

Gaile 352. Sayısı