1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Medya ve İktidar İlşkisi Üzerine Bir Deneme
Medya ve İktidar İlşkisi Üzerine Bir Deneme

Medya ve İktidar İlşkisi Üzerine Bir Deneme

Medya ve İktidar İlşkisi Üzerine Bir Deneme

A+A-


Özgür İpek
ozguripek1@gmail.com

Amerikan bağımsız sinemasının öncü isimlerinden Hal Hartley’nin Trust adlı filmi, gerek evinde gerekse yaşadığı çevre içerisinde dışlanan, ötekileştirilen bir karakterin hikayesini anlatır. Matthew isimli bu karakter, elinden hiç düşürmediği kitaplarıyla birlikte, tam anlamıyla izole edilmiş bir dünya içerisinde yaşamını sürdürmektedir. Yalnızlığıyla baş başa inşa ettiği bu evrende de, kendisine esaslı bir düşman edinir: Televizyon. Gittiği her mekanda ilk iş olarak televizyonu kapatan Matthew, bu cihazı toplumun afyonu olarak nitelendirir ve her yere sirayet etmiş olan söz konusu aygıttan kaçmanın asla mümkün olmadığını dile getirir. Matthew, televizyona olan öfkesinin sebebini sarih bir şekilde dile getirmese de, bu aygıttan yayılan mavi ışıklarla insanlar uyuşturulmakta ve yapılan yayınlar vasıtasıyla düşünsel, politik anlamda da bütünüyle boşaltılmaktadırlar. Yine 80’li yılların kült yönetmeni John Carpenter’ın They Live adlı bilimkurgu filminde de, uzaylılar tarafından ele geçirilen kitle iletişim araçları, yolladıkları tüket, çoğal, itaat et kabilinden bilinçaltı mesajlarıyla halkı uyuşturmak maksadıyla kullanılır. Bu iki örnek yapım dışında yine pek çok başka filmde de, medya eleştirisine soyunulduğu görülmektedir. Bu tür bir düşünsel zemin üzerine kurulan filmlerin işaret ettiği ortak nokta ise kitle iletişim araçları ve özünde de televizyon cihazının, biçimlendirici, sınırlayıcı ve aynılaştırıcı bir aygıt olarak işlev görmekte, iktidarın hizmetinde faaliyet göstermekte olduğudur. Zira bu araçlar kanalıyla yapılan yayınlar, kişilerin kendi düşüncelerinin oluşumunda ciddi bir belirleyiciliğe ve öneme sahiptir.

Sosyal hayatta insanın düşüncelerini, edimlerini ve tüm diğer yaşamsal pratiklerini salt medya organları belirleyip biçimlendirmez elbette. Medyanın kontrolcü, yönlendirici etkilerine geçilmeden evvel kurumsal yapılar, sahip oldukları kurallar ve talimatlarla bireylerin hayatlarında önemli bir belirleyiciliğe sahip olurlar. Michel Foucault, sosyal hayatın bütününe yayılmış olan okul, hastane, kışla gibi kurumları, insan bedenini uysallaştıran, disipline eden yapılar olarak karakterize eder. Evde ailesinin baskılarıyla karşılaşan çocuk, okulda öğretmeni, kışlada komutanı, iş yerinde ise ustabaşı veya müdür yönetiminde hareketlerini sınırlandırarak, davranışlarını kurallara uygun bir şekilde düzenlemek durumunda kalır. Elbette bireyin, bu sınırlandırılmışlıklar içerisinde hiçbir surette tam anlamıyla kendisini gerçekleştirebilmesi mümkün olmaz. Diğer bir deyişle kişi, ona sunulan bu çerçeve içerisinde asla kendisi olmayı başaramaz (2000).

İnsanların zamanlarını, yaşamlarını belirleyen kurumsal yapılar her ne kadar birbirlerini andırsalar da, sürekli bir biçimde “artık değilsin” söylemiyle birbirlerinden ayrılırlar. Bir mekandan ötekine geçen herhangi bir kişi, tümü kendi öz yasalarına sahip olan bu kurumlar tarafından sürekli olarak uyarılmaktadırlar. Üstelik bu uyarılar, daha çekirdek kurum aile içerisinde başlar. Sözgelimi evinden çıkıp okula geçen kişiye “artık ailende değilsin”, okuldan kışlaya yönelen kişiye ise “artık okulda değilsin” denmektedir (Deleuze, 2006: 198). Bu geçiş süreçleri ve dolayısıyla kişinin nerede olduğunu kavraması adına gündeme getirilen uyarılar, bireyin bütün yaşamını kapsamaktadır. İnsanlar bu sebepten ötürü kurumsal yapılar tarafından, onlar adına belirlenmiş kurallara, yönergelere uygun bir biçimde hayatlarını sürdürmektedirler. Okulda bu kurum içerisinde belirlenen kurallara göre davranılır, kışlada askeri talimat ve yaptırımlar kişinin tavır ve hareketlerini belirler, fabrika gibi üretim kurumlarında şirket içi kurallar hayata geçirilir. Dahası davranışlarını okul, fabrika, kışla gibi kurumların belirlediği normlar ekseninde düzenlemek zorunda kalan insanlar, herhangi bir yaptırımla karşılaşmayacaklarını bildikleri mekanlarda bile kendilerini kısıtlamaya devam ederler. Sözgelimi kurumsal yaşamın tesirlerinden kaçarak evine sığınan bir kişi, bu sefer de karşısında televizyon denilen aygıtı bulur. Başka bir deyişle ifade etmek gerekirse, dışarıda “iktidarın gözü”nden, takibinden bağımsız bir şekilde hareket etme şansına sahip olamayan kişiler, evlerinde de televizyon gibi, kitle iletişim aygıtları tarafından yapılan yayınlar vasıtasıyla disipline edilmektedirler. Bu anlamda okullardaki öğretmenlerin rolünün, ev içlerinde televizyon programcılarının eline geçtiği söylenebilir (Akay, 1991: 79). Bu noktada özellikle altını çizmek gerekir ki, kitle iletişim aygıtları kanalıyla yayılımı gerçekleştirilen disiplin söylemi, doğrudan doğruya zihnin denetimine yönelmektedir. Böylelikle iktidarın politik bedeni, kablolar içerisinden geçerek, hedeflenen kitlelere ulaşır. Televizyon aygıtı, bir anlamda George Orwell’ın 1984 isimli eserinde dikkat çektiği gibi, iktidar direktiflerinin, evlere, odalara, sosyal mekanlara, hatta arabaların içerisine kadar erişebilmesini sağlamaktadır.

Egemen ideolojinin sürekliliğini sağlamak adına faaliyet gösteren yapıları devletin baskı aygıtları ve devletin ideolojik aygıtları olarak iki bölüme ayıran Louis Althusser de medyayı, okul ve sendika gibi yapılanmalarla birlikte ideolojik aygıtlar arasında konumlandırır. Bu aygıtlar, başat ideolojinin üretimini, insanların vicdanlarında kurdukları yollarla sağlamaktadırlar. Kaydedilen görüntüler, yapılan yayınlar hatta kameranın konumlandığı açı bile bir tür iktidar aracı olarak işlev görmektedir. Kullanılan bu teknikler yordamıyla da, devletin egemen ideolojisi normalleştirilerek yaygınlaştırılır (2011).

Ulus Baker de Duygular Sosyolojisine Doğru isimli doktora tezinde, bilginin varlığını arka plana iterek ön saflara yerleşen kanaatlerin, özellikle kitle iletişim araçları vasıtasıyla dolaşıma sokulan ve izler kitlenin bilincinde ikame kalıplara dönüşmüş durumda olduklarını ifade eder. Bilginin geride kaldığı bu sosyal düzen, iktidarın biçimlendirdiği, uygun gördüğü kanı ve görüşleri benimseyen bir toplumsal yapıyı, “kanaat toplumu” fikrini inşa etmektedir. Baker’in doktora tezinde detaylı bir şekilde üzerinde durduğu gibi, söz konusu kalıpların yaygınlaşmasında televizyonun payı fazlasıyla büyüktür. Bu cihaz kanalıyla yapılan yayınlarda, gerçekliğin rahatlıkla manipüle edilebildiği gibi, egemen ideolojiye ait görüşler de, izler kitlenin düşün dünyasını biçimlendirip belirlemektedir (2010). Başka bir deyişle iktidar kendi söylemlerini, televizüel aygıt yayınları aracılığıyla somut gerçekliklerin önüne geçirerek, yapay bir hakikat zemini oluşturur. Bu bakımdan medya, kamu tartışmaları, enformasyon yayılımı veya haber iletimine hasredilmiş bir alan değil, insanların nasıl düşünmeleri gerektiğini söyleyen bir yapılanmadır (Baker,1995: 16).

Medya kuramcısı Noam Chomsky, kendisi üzerine çekilen “Manufacturing Consent” (Rıza Üretimi) adlı belgesel film ile ilgili olarak, ismi geçen yapımın, demokratik toplumlarda devlet mekanizmasının, kuvvete başvurmadan halkına uyguladığı ince ideolojik baskıyı serimlediğini ifade eder (Akt. Duran, 2000: 66). Dört saatlik Manufacturing Consent belgeseli, kaba kuvvete hiç başvurulmadan iktidar edimlerinin medya yoluyla nasıl meşrulaştırıldığını anlatırken, egemen ideolojinin hangi yollarla gücünü korumayı başardığını da gözler önüne sermektedir (Duran, 2000: 66-71). Fransız sosyolog Pierre Bourdieu, kitle medyasının hal ve hareketlerinin biçimlenmesindeki başat aktörün “ekonomik baskılar” olduğunu dile getirir. Ona göre gazeteciliğin alanı, müşterilerin, piyasanın kararlarına ve yaptırımlarına tabi olarak belirlenmektedir (Akt. Morresi, 2006: 171). Nitekim Patrick Eveno da medya kurumlarını, şahısları, markaları, zarar ve karları bir tür oyun alanı içerisine sokan iktisadi şirketlerden ayrı bir yerde konumlandırmaz (Akt. Morresi, 2006: 173).
Eveno’nun belirttiği gibi medya kuruluşları, tıpkı diğer iktisadi şirketler gibi ayakta durabilmelerini finansal kaynakların akış şebekeleriyle kurdukları ilişkilere borçludur. Bu bakımdan parasal kaynaklara yakın olmanın bir anlamda ön koşulu, reklam verenlerin tatminini sağlamaktan geçmektedir. Sözgelimi herhangi bir medya kurumunun vuku bulan bir olay karşısında kamu yararını gözeterek, kendisine reklam veren bir şirket aleyhine yayın yapması, onun bir hatasını gündeme getirmesi veya şirketi zarara uğratabilecek bir habere yer vermesi pek nadiren gerçekleşir. Bu durum da araştırmacıyı, medyanın bağımsızlığı üzerine yeniden düşünmeye sevk etmektedir.

-----------------------------------------------------

Kaynaklar
AKAY, Ali: Konumlar (1991). Bağlam Yayınları: İstanbul.
ALTHUSSER, Louis (2011). İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, 4.bs., çev. Alp Tümertekin,  İthaki Yayınları: İstanbul.
BAKER, Ulus (1995). Medyaya Nasıl Direnilir?, Birikim Dergisi içerisinde, Sayı:68-9: İstanbul
BAKER, Ulus (2010). Kanaatlerden İmajlara Duygular Sosyolojisine Doğru, çev. Harun Abuşoğlu, Birikim Yayınları, İstanbul.
DELEUZE, Gilles (2006). Müzakereler, çev. İnci Uysal, Norgunk Yayıncılık: İstanbul.
DURAN, Ragıp (2000). Apoletli Medya, Belge Yayınları: İstanbul
FOUCAULT, Michel (2000). Büyük Kapatılma Seçme Yazılar 3, çev. Işık Ergüden - Ferda Keskin, Ayrıntı Yayınları: İstanbul.
MORRESI, Enrico (2006). Haber Etiği -Ahlaki Gazeteciliğin Kuruluşu ve Eleştirisi, Dost Kitabevi: Ankara

Bu haber toplam 2410 defa okunmuştur
Gaile 258. Sayısı

Gaile 258. Sayısı