1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Martin Eden ve yaşamlarımızın imkansızlığı
Martin Eden ve yaşamlarımızın imkansızlığı

Martin Eden ve yaşamlarımızın imkansızlığı

Martin Eden kitaptan çıkıyor, elini omzumuza koyuyor, O’nu alıp içimizde bir yerlere saklıyoruz; imkansız yollara düşürecek bizi, göğe ve yere sığmayan düşleri kapayacak avuçlarımıza, sonra kayboluyoruz.

A+A-

Hasan Yıkıcı
hasanykc@gmail.com

 

Hakkı abiye...

Saat sabahın 5'i oluyor... Birkaç dakika sonra alarm çalacak. Telefondan çıkacak olan elektronik zil sesini beklemeden, gözleri yarı açık yarı kapalı, yanı başındaki küçük kitap rafının üzerinde ellerini gezdiriyor. Kuşluk vaktinin sessizliğini dağıtacak alarmı çalmadan, ha uyanık ha uyur bir vaziyette alarmı kapatıyor. Küçük masa üstü ışığını açıyor, kitap geceden bıraktığı yerde duruyor, kapağına bakıyor... “Yatakta vakit kaybetmemeliyim” diyerek, önce tuvalete gidiyor, sessizce, uyuyan anne babasını ve kardeşini uyandırmadan ve ardından tekrar odasına dönüyor...

Sırt üstü yatağına uzanıyor…

Yatağında, odasının kitap raflarıyla dolu duvarlarını sık sık seyre dalar ve kendisini küçücük bir kutunun içinde sıkışmış gibi hissederdi. Ne var ki bu his aradan geçen yıllara rağmen hiç değişmemiş, mekanlar, deneyimler ve ilişkiler değişse de, için için insanın varlığını kemiren o sıkışmışlık duygusu yok olmamıştı... Sadece varoluşun değil, aynı zamanda coğrafyanın da yüklediği bir ağırlıktı bu...

Daha sonra da hep yapacağı gibi o günlerde de bir şeylerden kaçmak, belki de kendinden uzaklaşmak için kitapların içine dalardı, o ergen huzursuzluğu içerisinde kendisine tutunacak dallar keşfeder, ama daha da ötesinde anlam arayışları için kapılar açardı. Bazen üzerine gelen ve altında kalacakmış gibi hissettiği odanın duvarlarından, kitaplar sayesinde görünmez kapılar açarak geçer, bir şekilde düş bağları ile sıvışmasını becerirdi, sıkışmışlığın enkazlarından…

Okul otobüsü saat 7'de mahallenin başından kalkıyordu, 6:30'da hazırlanmaya başlaması yeterdi. Ve önünde 1.5 saatlik bir okuma zamanı vardı. Henüz 16-17 yaşındaki bir liselinin yapabilecekleri az çok belli iken, o Martin Eden ile tanışmayı ve belki de Martin Eden olmayı tercih etmişti...

Yaşamının geri kalan zamanında içinde Martin Eden’lerden bir şeyler taşıyacağını bilemeden…

*

“Bir avuç gökyüzünün altında ve bir avuç yeryüzünün üstünde” kendi varlığımızdan taşan, zapt edilemeyen düşlerin kenarına tutunan, belki de her seferinde yeni bir intiharın başlangıcı olan, aykırı serüvenlere kapı açardık. Her şey ihtimaller dahilindeydi! Hayatı ve ‘benliği’ anlama-anlamlandırma çabası, çoğu zaman kişinin kendisinin yıkımı ile sonuçlanıyordu, ama var-oluş yine devam ediyordu…  Hayatımın dönüm noktasına tekabül eden, o gittikçe daralan eşikten, gittikçe uzayan, genişleyen ve fazlalaşan yollara adım attığım zaman diliminde tanıştım Martin Eden ile…

Bizim kuşak Annan Planı'na kıyısından dokundu ama diğer yandan da o kıyıya vuran akıntı tarafından çekilip sürüklendi. Hayat ile ilgili sorunlar ve kaygılar ergen zihinlerimizde tam yeni yeni filiz açmışken, kendimizi birden yürüyüşlerin, büyük mitinglerin ve aşırı politize bir ortamın içinde bulduk. Ergen bedenlerimizdeki dönüşümler, duygusal çalkantılarımız, bir yere, şeye, fikre ait hissetme ihtiyacımız ve özgürlüğe yönelik duyduğumuz arzu...

Lise gömleklerimizle yağmur altında yürüyüşlere gider, mitinglerden dönüşte otostop ile eve döner, sınıflarda milli güvenlik dersi için okula gelen komutanlarla tartışmalara girerdik. Ne yağan yağmur, ne otostop çektiğimizde bizi alacak kişinin kim olduğu ne de rütbeli adamlar umurumuzda idi. Sadece barış ve özgürlük istiyorduk. Belki de ilk kez o günlerde henüz lise birinci sınıfa giderken hayata, hayatın amacına ve özgürlüğe bir sorunsal olarak yaklaşmaya başlamıştım...

*

Ve tüm o toz toprak dağılınca, sokaklardaki sloganların ve pankartların yerini, huzursuz homurdanmalar ve sıkıntılı sessizlikler alınca, umut yerini melankoliye, özgürlük arzusu ise her türlü politik ve maddi yozlaşmaya bıraktığında, elimin altında kalan tek bir şey vardı. Kitap... Kitap ile kurduğum sıkı bağ tam da o dönemlerin renksiz sıkıntısı içerisinde şekillendi...

*

İşte o dönem babamın önerdiği Jack London'un Martin Eden romanı, onlarca kitabın arasından sıyrılıp, yüreğimde anlatması güç bir etki, belleğimde derin bir iz bırakacaktı. Dünyanın bir yana, Martin Eden'in bir yana olduğu o dönem, hayatımda ilk kez sabahın 5'inde uyanıp kitap okumaya başladım. (Bu daha sonra vazgeçemediğim bir alışkanlığa dönüşecekti.) Otobüs bizi okula erken bırakırdı, ben de ders zili çalana kadar sınıfa kapanır, okurdum. Eve döndüğümde dinlenir, ödevleri çabucak yapar, tekrar Martin Eden'e dönerdim.

Bir okuma deneyimi, sadece bir okuma deneyimi değildir. Aynı zamanda kişinin kendisini de okuduğu, kendisini de anlamlandırdığı, kendisinde tıkandığı, çıkmaza girdiği veya tam tersi kendisini kurduğu bir deneyimdir. Martin Eden, idealleri, amaçları, çabası ve dünyaya yaklaşımı ile, belki biraz fazla belki biraz az kendimi de özdeşleştirebileceğim bir karakter sunuyordu. Kim bilir belki de o dönem Martin Eden ile bu denli sıkı bir bağ kurmam, Martin Eden'de bir kaçış yolu görmemden kaynaklanıyordu. Sınırlardan, sıkışmışlıklardan ve duvarlardan...

Bazı kitaplar insanın kendisini bulabilmesine, bazıları ise kaybetmesine yarar. Ve ben kaybolmuştum. “Bir avuç gökyüzünden” taşmak ve “bir avuç yeryüzünden” kaçmak istiyordum... Martin Eden bir odanın içine kapanıp saatlerce okur ve yazardı, bir gün öykülerinin okunacağını umut ederek. Burjuva bir kadına aşıktı işçi sınıfından olan Martin Eden; Ruth ile bir hayat paylaşacaklarını umut etmekteydi... Belki de tüm bunların imkansızlığının farkındaydı, ama yine de o imkansızın peşinden gitmekten vazgeçmedi... Kitabın son satırlarını gözlerim dolarak, ardından da ağlamaktan kendimi kurtaramayarak bitirmiştim. Fakat Martin Eden'in trajik sonu, beni ona daha da yakınlaştırmıştı. Şimdi geriye dönüp baktığımda, çok uzun bir zaman olmasa da 15 yıl önce ilk kez okuduğum bu kitaptaki karakteri hala içimde taşıdığımı, hatta her yol kavşağında Martin Eden'in trajik sonunu deneyimlediğimi söyleyebilirim. Belki de kitabın sonunda Martin Eden yaşasaydı aynı trajedileri tekrar tekrar yaşayacaktı. Çünkü o Martin Eden idi…

*

Hakkı abi, (Hakkı Yücel) geçen ayki gaile sayısında Martin Eden'i yazdı ve kendi geçmişinde nasıl bir yer tutuğunu anlattı. Hakkı abinin yazısını birçok duyguya bata çıka okudum... İkimiz de ergenliğimizde okumuşuz Martin Eden'i... Fakat bambaşka koşullarda, bambaşka bir ortamda...

Ama ortak noktamız, ikimizin de yaşamlarında ve yaşadığı dönemde bir kırılma anına denk gelmesi... Sadece kitabı ilk okuduğumuzda yaşlarımızın benzeş olması sebebiyle bir anlam arayışının içine düşmemizden değil; aynı zamanda hayatın akışı içerisinde yaşanan kırılmalardan kaynaklanan, kelimeleri, aşkları ve yönümüzü kaybedip tekrar bulmak zorunda olduğumuz dönemlere denk gelmesi sebebiyle...

Hakkı abi mücahitliğinin ardından tanıştı Martin Eden ile... Kıbrıs'ta bir şeyler dağılmış ve tekrar şekillenmişti. En azından şekilleniyordu. Yani bir eşikte.

Ben de belki aynı şiddette değil ama Annan Planı sonrası bizim kuşağın devraldığı trajedilerin ve travmalarının altında, hayatın birden bire amaçsızlaştığı bir dönemde tanıştım Martin Eden ile... Yani bir eşikte... O sonsuzca uzanan eşiklerin birinde... 

Sevgili Hakkı abi, izninle şunu sormak isterim sana, ikimizin için; Martin Eden ile bu kadar derin bir bağ kurmamızı sağlayan şey, sadece London'un o büyülü ve zengin kaleminin yarattığı dünya değil de, kendi dünyalarımızın/yaşamlarımızın imkansızlığı olabilir miydi?

Sen kendi döneminin henüz ilk eşiklerinden birinde, ben kendi zamanımın ilk eşiklerinden birinde; ikimizin kasıklarında ergenlik sancısı, yüreklerimizde gözü pek bir ateş; hayat tüm alışkanlıkları ve dayatmaları ile gözlerimizden yayılan ışığa hedef almakta; ikimizin de elinde Martin Eden kitabı, sen Varlık yayınlarından basılanı ben ise Oda yayınlarından çıkanı okuyorum, kendimizi belki de sayısız defa Martin Eden'in yerine koyuyoruz, Martin Eden kitaptan çıkıyor, elini omzumuza koyuyor, O’nu alıp içimizde bir yerlere saklıyoruz; imkansız yollara düşürecek bizi, göğe ve yere sığmayan düşleri kapayacak avuçlarımıza, sonra kayboluyoruz. Sen kendi zamanının ilk eşiklerinden birinde, ben kendi zamanımın; Hakkı abi; Martin Eden nasıl olur da ölür?  Tam da bu yüzden değil midir ki yaşamın kendisi imkansızı arzu etme deneyimidir?

*

Bana bu yazıyı yazdıran biraz da Hakkı abinin kendi yazısını bitirirken kullandığı cümleler oldu...

 

“Okurken o yeni yetme delikanlı günlerimde beni iliklerime kadar titreten heyecanı belki yaşamadım ama ‘kelimelerin büyüsü’nü ve kudretini bir kez daha hissettim. Sonra da acaba bugün aynı yaşlarda hâlâ aynı heyecanları yaşayan -ya da ne kadar yaşayan- var mı diye düşünmeden edemedim.”

 

Aramızda onca yaş farkına rağmen sanırım aynı heyecan ve titremelerle okuduk Martin Eden'i...

 

Jack London, belki de toplumcu edebiyatın ve toplumcu figürlerin popüler olduğu bir dönemde, 1900'lerin başında Martin Eden karakterini bireyciliğin imkansızlığına yönelik bir politik hassasiyetle yazmıştır, bilmiyorum. Fakat Martin Eden bende imkansız olma potansiyeliyle yer etti hep. 

 

Martin Eden'i intihara layık gören Jack London'dan yıllar sonra Samuel Beckett şöyle diyecekti: “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” 

 

*

Ve hala yeniliyoruz. Ama Mardin Eden’lerimiz yaşıyor…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1790 defa okunmuştur
Etiketler :
Gaile 471. Sayısı

Gaile 471. Sayısı