1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Liderler arası kopukluk iki toplumu negatif etkileyecek”
“Liderler arası kopukluk iki toplumu negatif etkileyecek”

“Liderler arası kopukluk iki toplumu negatif etkileyecek”

Prof. Dr. Ahmet Sözen, liderler arasında yaşanan kopukluğun her iki toplumu genel anlamda olumsuz etkileyeceğini ve toplumların müzakere ve barış süreçlerine daha karamsar bakmasına yol açacağını söyledi

A+A-

Ödül AŞIK ÜLKER
 

 Doğu Akdeniz Üniversitesi Kıbrıs Politikalar Merkezi Başkanı, İşletme ve Ekonomi Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Sözen, liderler arasında yaşanan mevcut kopukluğun her iki toplumu genel anlamda olumsuz etkileyeceğini belirtti.

Prof. Dr. Sözen, son 8 yıldır ada çapında yapılan kamuoyu araştırmalarında, genelde Kıbrıslı Türklerin kapsamlı çözüme yönelik “evet” iradesinin Kıbrıslı Rumlara oranla daha yüksek çıktığı vurgulayarak, Kıbrıslı Rumların federal bir çözüme Kıbrıslı Türklere göre biraz daha mesafeli durduğunu ve daha şüpheci davrandığını da kaydetti.

“Demografi, kültürel doku, her şey değişiyor. O yüzden de Kıbrıslı Rumlar kendi taraflarında bir ‘comfort zone’ denen rahat hissettikleri bölge içerisinde çevredeki değişikliklerin kendilerini etkilemeyeceğini zannediyorlar ama gerçek durum bu değildir”

Prof. Dr. Ahmet Sözen, Kıbrıs meselesi çözülmezse, Kıbrıs Türk tarafının radikal adım atabilecek bir durumu olmadığını da söyledi.

İçte yapılması gerekenlerin de Kıbrıs meselesiyle çok bağlantısı olmadığına, bunları çözecek olanın hükümetler olduğuna işaret eden Prof. Dr. Sözen, Kıbrıs Türk insanının günlük yaşam kalitesinin daha ileri bir seviyeye getirilebileceğini kaydetti.

Prof. Dr. Sözen, Kuzey Kıbrıs’ın demografik yapısı, kültürü değiştikçe ve Türkiye ile daha çok entegre oldukça, belki de 15-20 yıl sonra, %50’nin üzerinde bir topluluğun “Türkiye’nin ili olalım” diyebileceğini belirtti.

“Son adımlar hep daha zor olur”

  • Soru: 17 Mayıs’ta liderler son kez bir araya geldi ve Eide’nin mekik diplomasisi de sonuç vermedi. Bundan sonra nasıl gelişmeler olabilir?
  • Prof. Dr. Sözen: Bir süredir gerçek anlamda özlü konularda müzakere olduğu hissini zaten yaşamıyorduk. Cenevre’den sonra araya ENOSİS plebisiti krizi de girdi ve özlü konularda gerçek anlamda bir müzakere, bir konular arası al-ver olmadı. Sonrasında da bu kriz ortaya çıktı.
    Her zaman sürecin sonuna yaklaştığınızda son adımlar hep daha zor olur. Çünkü artık siyasi irade gerektiren, siyasi risk alma gerektiren ve gerçek anlamda liderlik gerektiren bir ortama girersiniz. Aslında her iki lider de, Cenevre’den sonra ne alabileceklerini aşağı yukarı taslak şekilde görmüştü. Belki de ikisi de, özellikle Kıbrıslı Rum lider irkilip geri çekilmiştir. Özellikle 2018’den önce, kendi halkını referanduma hazırlayıp bu gördüğü çözümü kabul ettiremeyeceğini düşünerek belki de bu taktiksel manevralara girmiştir.
    Sanırım şimdi BM Genel Sekreteri, Eide ile konuştuktan sonra, bir açıklama yapacaktır. Arka planda diplomasi trafiği devam edecek, BM Genel Sekreteri tarafları diyaloga davet edecektir. Ancak, özellikle Anastasiades seçim konusunu öncelemeye devam ederse, iki taraf 2018 Rum başkanlık seçimine kadar anlamlı bir müzakere sürecine giremeyecektir. O zaman da, BM ve diğer önemli ülkeler, özellikle Temmuz ayı içinde başlaması beklenen Doğu Akdeniz’de uluslararası şirketlerin doğal gaz arama faaliyetleriyle oluşabilecek tansiyon ve çatışma riskini azaltmak için diplomatik kanalları çalıştıracaktır.

“Türk tarafı Anastasiades’in blöf yaptığını düşünmüşse...”

  • Soru: İki liderin masaya son getirdikleri önerileri nasıl değerlendiriyorsunuz?
  • Prof. Dr. Sözen: İki lider de çok zeki insanlar oldukları için, 11 Şubat 2014 belgesine sadık kalmak koşuluyla masaya bir dizi öneri koydular. İkisinin de ortaya koydukları aslında BM’nin bugüne kadar izlediği yola aykırı öneriler değil ama ikisinin önerileri arasında yöntem içerisinde hangi konunun daha öncelikli ele alınacağıyla alakalı taraflar arasında farklılık vardı. Aslında Türk tarafının yaptığı öneri 11 Şubat 2014 belgesiyle biraz daha uyumluydu.
    Anastasiades’in “önce güvenlik-garantileri konuşalım, kapatalım, sonra toprak konusuna geçelim” şeklindeki önerisi “kendisinin tamamen müzakerelerden umudu yok, seçim için bir hazırlık yapıyor ve bu öneriyi de bir taktiksel amaçla mı kullanıyor” diye soru işareti doğuruyordu. Dıştan bakan birçok gözlemci Anastasiades’in bunu bir taktiksel manevra olarak yaptığını düşünüyor. Türk tarafının müdahale ve Kıbrıs’ta asker bulundurma konularında esnemeyeceğini düşünerek, rahat bir şekilde suçu diğer tarafa yükleyerek kendi seçim kampanyasına yönelmeyi düşünmüş olabilir. Ancak eğer Türk tarafı Anastasiades’in blöf yaptığını düşünmüşse ve Türk tarafı gerçek anlamda güvenlik ve garantiler konusunda yapıcı ve yaratıcı bir açılım yapmaya niyetliyseydi Anastasiades’in blöfünü görmeliydi. Aslında Türk tarafı güvenlik-garantiler konusunda, özellikle 1959-1960’lı yılların ihtiyaçlarını yansıtan güvenlik ve garantileri bugünün şartlarına uyarlamaya hazır olsaydı ve bu konuda esneklik gösterecekseydi, bunun ilk olarak görüşülmesinde hiçbir sakınca olmazdı. Tam tersine, Anastasiades’in gerçek niyetini de deşifre etmiş olurlardı. Yani bir yerde Anastasiades kendi taktik girişimiyle kendi ayağına kurşun da sıkmış olurdu. Unutulmamalıdır ki müzakereler “her konuda anlaşmadan hiçbir konuda anlaşmış sayılmayız” prensibiyle yürütülüyordu. Bu prensip devam ettiği müddetçe hangi konudan başladığınızın ne önemi vardır? Taraflardan biri bunu alıp kendi kamuoyuna “aldım, kazandım” diyemez çünkü alıp cebinize bir şey koyma durumunuz yoktur. 77-79’dan beri hangi taraf neyi alıp cebine koymuş? Örneğin dönüşümlü başkanlık ve çapraz oy konusunda Talat ve Hristofyas anlaşmıştı ancak bugün bu konu anlaşılmış olarak masada değildi. Yani kimse daha önce anlaşılan şeyleri cebine koyup götürmüş değildir. O yüzden Türk tarafı bu konuda ürkek davranmamalıydı. Ama maalesef  Eide tarafların önerileri arasında bir ortak zemin bulamadı.

“Konular arasında al-ver 2010’dan beri eksik”

Ben “Türk tarafı Anastasiades’in önerisini olduğu gibi kabul etmeliydi” demiyorum. Tam tersine Anastasiades ve Akıncı’nın önerilerinin bir şekilde harmanlanacağı bir ortak yolu BM’nin bulup, garantilerin de öncelikli olarak konuşulacağı bir ortamdan Türk tarafının kaçmaması lazımdı diyorum.Türk tarafının bütün konuların açık şekilde masaya konması konusunda ısrar etmesi 11 Şubat 2014 Ortak Açıklama belgesi ile uyumludur ve zaten tarafların üzerinde en son anlaştığı şey de buydu.
Kıbrıs’ta tüm konular üzerinde, garantiler hariç, çok konuşuldu. Artık her konuyu teker teker ele almanın ve ayrı şekilde konuları kapatmaya çalışmanın bir anlamı kalmadı zaten. Yapılması gereken son 1-2 adımın atılmasıydı ki bu da tüm konuların açık bir şekilde masada olduğu ve konular arasında al-verdi. Bu 2010’dan beri eksiktir.

“Türkiye ve Yunanistan’ın birbirleriyle sağlıklı bir diyalogları yok”

  • Soru: Bu süreçte garantör Türkiye ve Yunanistan’ın tutumunu nasıl buluyorsunuz?
  • Prof. Dr. Sözen: Çin’de yapılan Erdoğan-Tsipras görüşmesinde ne konuşulduğunu bilmiyoruz. Acaba bu iki garantörün, “anavatanın”, bu konuda bir inisiyatif alma ve bunun geriye kalan konuları tetikleyerek bitirme konusunda bir iradeleri, istekleri var mıydı?
    Türkiye ve Yunanistan arasında güvenlik-garantiler konusunda, kapalı kapılar ardında bir şey var mıdır bilemiyorum ama gerçek anlamda birbirleriyle sağlıklı bir diyalogları yok. Medya aracılığıyla birbirlerine mesaj veriyorlar, klasik pozisyonlarını tekrarlıyorlar. Bu ülkeler kilit noktadadır, özellikle Erdoğan ve Tsipras’ın ekiplerinin bir araya gelip ciddi anlamda bir diyaloga girdiklerini görmeden, Kıbrıs meselesinde olumlu bir noktaya gidebileceğimizi düşünmüyorum.

Cenevre’den bugüne, 4 aylık zaman, tamamen verimsiz”

  • Soru: Bu süreç neden bu noktaya geldi?
  • Prof. Dr. Sözen: Mayıs 2015’te müzakereler çok olumlu bir atmosferde başlarken, sadece iç konularda müzakereler değil, bir de bunu besleyen güven yaratıcı önlemler gündeme gelmişti. Doğrusu da buydu. Yani iki toplumu da daha fazla sürece dahil ederek süreci götürmek en doğrusuydu. Ama zaman içerisinde bu süreç dejenere oldu ve tarihsel, alışılagelmiş, liderler seviyesinde, toplumlardan kopuk, ara bölgede yapılan iki taraftan ekiplerin ve BM’nin üzerinde uğraştığı bir süreç olarak kalıyor. Toplumlar da çözüme hazırlanmadığı için liderler seviyesindeki süreç başka bir yerden beslenemiyor. Beslenemediği zaman da kopabiliyor ve maalesef çok kritik bir zaman, aylar süren bir zaman heba edilebiliyor. Hep “taraflar birbirlerine cömert davranmalı ama zaman konusunda da cimri davranmalıdır” diyorum ama şimdi tam tersi yapılıyor, zaman konusunda iki taraf da çok cömert, rahat davranıyor. Geçen Cenevre’den bugüne 4 aylık bir zaman tamamen verimsiz bir şekilde geçti.
    Liderler seviyesindeki müzakereler çok önemlidir ama tek başına yeterli değil. Bu tür süreçlerin muhakkak iki toplumun da işbirliği kültürünü, işbirliği tecrübelerini artıracak, iki taraf arasındaki güven uçurumunu ortadan kaldıracak hareketlere ihtiyacı vardır ki liderler seviyesindeki süreci de besleyebilsin. Şimdi iki lider arasındaki bir kriz, onu destekleyen bir süreç olmadığı zaman, toplumların psikolojilerini ve sosyal atmosferi de zehirliyor.

“Elimizde maalesef sokaklarda savunulacak bir metin yok”

  • Soru: Toplumların inisiyatif alması, süreci desteklemesinden bahsettiniz. Son zamanlarda çözüm talep eden ara bölgede iki toplumlu eylemler yapılıyor. Bu eylemlerin sürece nasıl bir etkisi olabilir? 
  • Prof. Dr. Sözen: Toplumların inisiyatif aldığını görmek beni sevindiriyor ama elimizde maalesef sokaklarda savunulacak bir metin yok. Annan Planı döneminde kapsamlı çözüm planının versiyonları vardı. Bugün, 11 Şubat 2014’ten sonra tarafların elinde elle tutulur, üzerinde kampanya yapılabilecek bir şey yok. Şimdi sloganların içi boş kalıyor. Küçümsemiyorum, çok onurlu bir hareket olarak görüyorum ancak somut bir şey olmadığı için toplumun büyük katmanlarını harekete geçirebilecek, etrafında toplayabilecek bir durum yok. Bu eksik olduğu için, bu gibi toplumsal hareketler liderler seviyesindeki süreci gerçek anlamda, yeterince besleyemiyor.

“Liderler arası yaşanan kopukluk her iki toplumu da genel anlamda negatif etkileyecektir. Özellikle de her iki taraf kendi pozisyonunu haklı göstermek için medya aracılığıyla ‘karşılıklı suçlama’ oyununu artıracak. Bu durum toplumların müzakere ve barış süreçlerine daha karamsar ve ümidini daha da yitirmiş bir şekilde bakmasına yol açacaktır”

 

“Liderler arası kopukluk iki toplumu negatif etkileyecek”

  • Soru: Uluslararası örgüt Interpeace tarafından finanse edilen bir kamuoyu araştırması, Kıbrıs’ın kuzeyinde barışa yönelik “evet” iradesinin halen güçlü olduğunu ortaya koyarken, Kıbrıslı Rumlar ise çözüm sürecinde kararsız olduğunu gösterdi. Şimdi yaşanan bu kopukluk toplumları çözüm konusunda nasıl etkiler?
  • Prof. Dr. Sözen: Değerli dostum Colin Irwin’in yönetiminde, bizim de çok yakın ortaklık yaptığımız ve 2009’dan itibaren yaptığımız, ada çapındaki kamuoyu araştırmalarını destekleyen Interpeace’in araştırmasının sonuçları bana kesinlikle sürpriz gelmedi. Bizim 2009’dan itibaren her yıl yaptığımız sonuçlarla çok uyumlu sonuçlar çıktı. Bizim son 8 yıldır yaptığımız, tüm ada çapındaki kamuoyu araştırmalarında, genelde Kıbrıs Türklerinin kapsamlı çözüme yönelik “evet” iradesinin daha yüksek çıktığı defalarca görülmüştür. Sanırım Türkiye’deki son gelişmeler, özellikle de demokrasi ve temel insan hakları konularındaki sıkıntılardan sonra, Kıbrıs Türklerinde çözüme doğru yönelimde bir artışa katkı yapmıştır. Yine son yıllarda yaptığımız kamuoyu araştırma sonuçlarına göre, federal bir çözüme Kıbrıslı Rumlar Kıbrıslı Türklere göre biraz daha mesafeli durmakta ve daha şüpheci davranmaktadır. Şu anda yaşanan liderler arası kopukluk her iki toplumu da genel anlamda negatif etkileyecektir. Özellikle de her iki taraf kendi pozisyonunu haklı göstermek için medya aracılığıyla “karşılıklı suçlama” oyununu artıracak. Bu durum özellikle de toplumların müzakere ve barış süreçlerine daha karamsar ve ümidini daha da yitirmiş bir şekilde bakmasına yol açacaktır. Özetle, iki toplum arasında var olan güven uçurumu daha da derinleşecektir, ki bu da Kıbrıs meselesinin çözümünü daha da zorlaştıracaktır.

“Karamsar değilim ama kaygılarım var”

  • Soru: Cenevre konferansı olamadı. Bundan sonra süreç nereye gider? Temmuz’da hidrokarbon konusunda da adımlar atılması bekleniyor...
  • Prof. Dr. Sözen: Ben kişi olarak hiç karamsar bir insan değilim, umudunu yitiren bir insan da değilim. Ancak ciddi anlamda kaygılarım var. Doğu Akdeniz’de hiç de planlanmayan bir şekilde küçük bir kıvılcım, küçük bir gerginliğin büyük bir krize dönüşmesinden çekiniyorum. Yıllar önce bunun olma olasılığının olmadığını daha rahat söyleyebilirdim. Mesela İmia-Kardak krizinde Richard Holbrooke gibi Dayton Anlaşması’nın mimarı bir önemli diplomat araya giriyor, arabuluculuk yapıyor ve bu krizi yatıştırıyor. Ancak son 5 yılda, dünyadaki gelişmelere baktığım zaman, özellikle de Arap Baharı’ndan sonra ve mülteci kriziyle birçok yerde popülizmin ve popülist politikacıların yükselişi beni endişelendiriyor. Popülist politikacıların nasıl tavır alacaklarıyla ilgili endişelerim var. Bugün Trump denilen bir fenomen yaşıyoruz, adam serseri kurşun gibi; Trump ABD dışişleri bakanlığını hallaç pamuğu gibi attı; mesela burada nasıl davranacağı belli değil. Örneğin Amerikalılar bir krizde hemen müdahale edecek mi? Rusya gibi bir aktör var ki Kıbrıs meselesinin çözülmemesi için son yıllarda elinden geleni yapıyor, onlar nasıl bir tavır alacak? Bütün bu çok bilinmeyenli denklem içerisinde Doğu Akdeniz’de oluşabilecek ufacık bir krizin alevlenmesi ihtimali beni ürkütüyor.
    Mesele Türkiye ve Kıbrıs Rum tarafı bir birine konuşmuyor, son Rum tarafı uyarı yaptı, Türkiye mehter marşı ile karşılık verdi. Bu alışılagelmiş bir şey değil. Bu yüzden bunlar beni tedirgin ediyor. Kıbrıs Rum tarafı Kıbrıslı Türklere danışmadan veya onların haklarını teslim etmeden ve özellikle Türkiye’nin de talep ettiği bölgelerde araştırma yapıyor. Buna reaksiyon gösterilir ama buna gösterilecek reaksiyon gidip oradaki platformun vurulması mı olmalı, başka şey mi olmalı? Türkiye de Kuzey Kıbrıs’a borularla su getirdi, yarın elektrik getirecek. Bunu Rum tarafına sormadan yapıyorsunuz. İki taraf da kendi başına tek taraflı adımlar atıyor..

“Kullanılan dilde sıkıntı var”

Beni kaygılandıran bir başka şey de, Türkiye’de son dönemde yaşanan referandum kampanyası sürecinde kullanılan dil, söylemler, kampanya sürecinde belki biraz normalleştirilebilir, meşru sayılabilir ama diplomasi diline uygun değildir. Diplomaside çok fazla kullanılmayan, günlük, argo jargonda kullanılan dilin Türkiye siyasetinde giderek yaygınlaştığını görüyoruz. Kullanılan bu dilde sıkıntı var. Örneğin Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Anastasiades’in önerileri sorulduğu zaman “saçmalık” demesi uygun bir dil değildir. Hep ötekileştirici, ötekini küçümseyen bir tavır var. Uyuşmazlıkları bu dille çözemezsiniz. Bu dille var olan anlaşmazlıkları tırmandırırsınız, tansiyonu daha da yükseltirsiniz.

 

“Kıbrıs meselesi çözülmezse, radikal bir adım atabilecek durumumuz yok. Bugüne kadar yürünen yol neyse odur. Yıllardır belli bir aralık içerisinde biraz yukarıya, biraz aşağıya debelenip gidiyoruz”

“Haziran teorik olarak mümkün, ancak...”

  • Soru: Cumhurbaşkanı Akıncı, Haziran’da yeni bir deneme yapılabileceğinden söz ediyor. Mevcut ortamda ve Haziran ayına girmek üzereyken bu ne kadar mümkün?
  • Prof. Dr. Sözen: Teorik olarak tabi ki mümkün. Ancak, bunun olabilmesi için arka planda bazı diplomatik girişimlere ve taraflar üzerinde ciddi telkin ve taziye ihtiyaç var.

“Çözüm olmazsa ertesi gün tavrımızı değiştireceğiz, Kosova gibi dünyada 100 küsur ülke bizi tanıyacak ve farklı bir kulvara gireceğiz, diye bir beklenti varsa bunun gerçekçi olduğunu düşünmüyorum.”

 

“Debelenip gidiyoruz”

  • Soru: Süreç durdu. Kıbrıslı Türkleri neler bekliyor? Cumhurbaşkanı “KKTC yoluna devam eder” diyor, bu yol nedir?
  • Prof. Dr. Sözen: Zor bir soru. Kıbrıs meselesi çözülmezse, radikal bir adım atabilecek durumumuz yok. Bugüne kadar yürünen yol neyse odur. Yıllardır belli bir aralık içerisinde biraz yukarıya, biraz aşağıya debelenip gidiyoruz. “Çözüm olmazsa ertesi gün tavrımızı değiştireceğiz ve Kosova gibi dünyada 100 küsur ülke bizi tanıyacak ve farklı bir kulvara gireceğiz” diye bir beklenti varsa bunun gerçekçi olduğunu düşünmüyorum. Cumhurbaşkanı, toplum lideri olarak, çözüm müzakerelerine şu veya bu şekilde, belki başka bir baharda devam edecek şekilde hazırlıklı olmalıdır. İçte yapılması gerekenler var ama bunlar yıllardır var. Örneğin eğitim, sağlık, çevre konularında sorunlar var ve bunların Kıbrıs meselesiyle çok da bağlantısı yok. Bunları çözecek olan hükümetlerdir. Eğer daha iyi bir yönetişim şekli kurulabilirse, içteki birçok konu yani Kıbrıs Türk insanının günlük yaşam kalitesi daha ileri bir seviyeye getirilebilir. Bunun Kıbrıs meselesiyle çok da alakası yok. Bugün bu konularda adım atmak için hükümetin elini kim tutuyor?

 

Prof. Dr. Sözen, Kuzey Kıbrıs’ın demografik yapısı, kültürü değiştikçe ve Türkiye ile daha çok entegre oldukça, belki de 15-20 yıl sonra, %50’nin üzerinde bir topluluğun “Türkiye’nin ili olalım” diyebileceğini belirtti.

“15-20 yıl sonra kamuoyunun eğilimi değişebilir”

Türkiye Başbakanı Binali Yıldırım çok açık şekilde söyledi, “Türkiye’de ne varsa, sizde de aynısı olacak”. Ben 2010’lardan beri “Kuzey Kıbrıs’ın Hataylaşması” konusunda uluslararası makaleler yazdım. Yani Kuzey Kıbrıs’ın demografik yapısı, dokusu, kültürü giderek daha çok Türkiye’ye benzer, fiilen de-facto olarak Türkiye’nin bir ili olur. Bu, de-jure denen, uluslararası hukuka göre yasal şekilde olmaz ama belki de bir süre sonra, 15-20 yıl sonra buradaki kamuoyunun eğilimi de değişebilir. 2009’dan itibaren yaptığımız kamuoyu araştırmalarında Türkiye ile birleşmeyi çok büyük çoğunluk, %70’in üstünde insan reddediyordu. Ama bu ilelebet bu şekilde kalacak anlamına gelmez. Demografik yapı, kültür değiştikçe ve Türkiye ile daha çok entegre oldukça bu belki de 15-20 yıl sonra bir plebisite gider ve %50’nin üzerinde bir topluluk “Türkiye’nin ili olalım” der ve bu olur.

 

(Fotoğraflar: Fehime ALASYA)

Bu haber toplam 3650 defa okunmuştur