1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. Korona, demokrasi ve küresel kapitalizm
Korona, demokrasi ve küresel kapitalizm

Korona, demokrasi ve küresel kapitalizm

Sokağa çıkma yasağı gibi uygulamaları otoriter devletlerin etkin bir şeklide uygulama şansı daha yüksek görünse de Korona felaketinden öğrenmemiz gereken esas ders bu tip felaketlerle etkin mücadelenin her şeyden evvel “şeffaflık” gerektirdiğidir.

A+A-


Yonca Özdemir
yoncita@gmail.com


Aslında 2008’den beri yeni bir küresel kriz bekliyorduk ama bunu yine finansal piyasalardan bekliyorduk. Hâlbuki bu sefer kriz bir virüsle geldi! 1918’de görülen İspanyol gribinden beri dünya böyle bir salgın görmemişti. 20 Mart itibariyle Korona virüs vaka sayısı 250,000’i, bu virüs sebebiyle ölen sayısı da 10,000’i aşmış bulunuyor.

Korona, nam-ı diğer Covid-19, Çin’in sınırlarını aşıp dünyaya yayılmaya başladığından beri, özellikle de Mart ayında Avrupa’yı sarmaya başladığından beri, binlerce kişi ölüyor, normal ticari aktiviteler ve seyahatler aksıyor, okulla kapanıyor, finansal piyasalarda ve borsalarda deprem yaşanıyor, üretim daralıyor ve bununla birlikte petrol fiyatları dibe vuruyor. En büyük zararlar doğal olarak ulaşım, turizm ve hizmet sektörlerinde görülecek. Salgının özellikle de Çin’deki etkileri yüzünden de dünya çapında üretim önemli ölçüde aksamakta ve dünya imalat sanayinin tedarik zincirleri kırılmakta. Kıssadan hisse, küresel durgunluk kaçınılmaz görüyor. Dünya piyasalarında hem arzın, hem talebin azalması ile bir çifte şok yaşanıyor. Bu krizin yakın bir zamanda da bitmeyeceği öngörülüyor. (1)

Ben bu yazıda iki hususa değinmek istiyorum: İlki bu tip felaketlerde demokrasi ve otoriter rejimlerin farklarına dair, ikincisi de bu krizin kapitalizm açısından sonuçları hakkında.

Otoriter devlet ve demokrasinin Korona ile imtihanı

İlk Çin’in Wuhan şehrinde ortaya çıkan bu virüs şu anda 100’den fazla ülkeye yayılmış durumda. Çin bugün Korona virüsü ile en etkin mücadeleyi yapan ülke olarak görülse de, işin doğrusu bu virüs Çin’in dünyaya armağan ettiği bir bela. Neden mi? Çünkü, virüsün Çin’de yabani hayvan ticaretinin serbest olması yüzünden oluşması bir yana, otoriter Çin devletinin yetkilileri ilk ortaya çıktığında bu virüsü saklamasa, kamuoyunu uyarmada haftalarca geç kalmasa ve uyarı yapmaya çalışanları da cezalandırmasa, yani bu felaketi gizlemeye çalışmasaydı, felaket bu kadar kontrolden çıkmayacak ve bu kadar insan telef olmayacaktı. Onun yerine Çin, her konuda olduğu gibi bu konuda da otoriter devlet mekanizmalılarını kullanarak olayı ört bas etmeye çalışmış ve sadece Çinlilerin değil tüm dünyadaki insanların canını tehlikeye atmıştır. Çin hükümeti bu ölümcül virüs hakkındaki kanıtlara çabuk tepki verip kamuoyunu zamanında uyarsa ve önlemleri zamanında alsaydı, dünya bugünkü felaketi yaşamıyor olacaktık. Nitekim 2002’de SARS virüsü ortaya çıktığında da aynı şey olmuş, SARS virüsü de bir ay Çin’de gizli tutulmuş ve bilgiyi sızdıran doktor 45 gün askeri hapiste tutulmuştu. Korona vakasında da Çin virüsün doğruluğunu ancak virüs Tayland ve Güney Kore’ye sıçrayınca kabul etmek zorunda kaldı.

 

Korona krizi Çin başkanı Xi Jinping’in otoriter rejiminin dünya için yarattığı tehdidi gözler önüne serdi. Demek istediğim, sokağa çıkma yasağı gibi uygulamaları otoriter devletlerin etkin bir şeklide uygulama şansı daha yüksek görünse de Korona felaketinden öğrenmemiz gereken esas ders bu tip felaketlerle etkin mücadelenin her şeyden evvel “şeffaflık” gerektirdiğidir. Özellikle virüsün bulaştığı insan sayısı ve bölgeler ve alınan önlemler konusunda şeffaflık son derece elzem bir faktördür. Ancak hakkını vermek lazım ki Çin’in Korona ile mücadelesindeki performansı bize örgütlülüğün bu tip felaketleri bertaraf etmede ne kadar önemli olduğunu da öğretti. Nitekim serbest piyasaların hâkim olduğu ülkelerin bireysel yaklaşımları Çin’den daha fazla tökezledi.

Çin ile benzer bir tavrı da şimdi Türkiye’de görüyoruz. Kuzey ve Güney Kıbrıs’ın tersine Türkiye’deki vakaların sayısından emin olamıyoruz. Verilen düşük vaka sayılarına kimse inanmıyor. Tüm çevresindeki ülkeler, özellikle de İran, binlerce vaka ile boğuşurken Türkiye’nin uzun süre ülkede hiçbir vaka olmadığını iddia etmesi bir otoriter devlet refleksi değildir de nedir? Zaten kötü giden ekonominin hem turizm hem diğer sektörlerinin etkilenmesinden mi korkulmuştur? Yoksa tam İdlib harekâtı ile milliyetçi duyguları kabartılmış vatandaşların dikkatinin başka yöne çevrilmesinden mi korkulmuştur? Sebebi ne olursa olsun, yapılmayan testler, geciktirilen vaka beyanları derken büyük ihtimalle Türkiye’de bu olay kontrolden çıkmıştır ama devlet henüz bunu itiraf edememektedir. Geciken itiraf ile önlem almakta geciken halk ise Çin’de olduğu gibi bu politikaların ceremesini çekecektir.

 

Bir diğer ilginç ve korkunç gelişme de şu anda Avrupa’nın Korona virüsünün merkez üssü haline gelmiş olmasıdır. Demokrasinin beşiği sayılan Avrupa’da virüsün bu kadar yayılmasının önlenememiş olması da tam bir fiyaskodur. Şimdiki durumda İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerindeki durum daha vahimdir. Bunu ister Akdeniz kültürü ve davranışlarıyla, ister güney Avrupa’nın başta sağlık olmak üzere yetersiz sosyal hizmetleri ile açıklayın, sonuçta demokratik olduğunu bildiğimiz ülkelerin de bu virüs karşısında yenik düştüklerine tanık oluyoruz. Görece daha sakin ve tedbirsiz davranan Almanya ve Hollanda gibi ülkelerde ise vaka sayısının fazla olmasına rağmen ölü sayısının azlığı dikkat çekiyor. Yani, çok açık ki sağlık hizmetlerinin kalitesi ve kapasitesi fark yaratıyor.

 

Bunun yanı sıra bir fiyasko da Avrupa Birliğinin kendisi oldu. Korona salgını karşısında bir ortak Avrupa stratejisi belirlemeyi beceremeyen Avrupa Birliği, krizin en yoğun yaşandığı ülkeleri de yalnız bırakmışa benziyor. Avrupa ülkeleri de birbirine yardım etmek yerine birbirlerine tıbbi malzeme ihraç etmeyi bile yasaklamakta. Tüm bu yaşananlar insana adeta Avrupa Birliği demek bir yalanmış diye düşündürtüyor. Nitekim işbirliği en çok da kriz dönemlerinde gerekli olan bir şey. Bu boşluktan yaralanan Çin ise, sanki bu felaketin sorumlusu değilmiş gibi, ya da bunun verdiği suçluluk ile zor durumdaki ülkelerin yardımına koşuyor. Gerçekten dünya için çok ilginç zamanlardayız…

Kapitalizmin gözü kör olsun!

Amerika ve İngiltere’ye ne demeli? Amerikan Başkanı Trump geçenlerde Florida’da beraber yemek yediği Brezilya Başkanının yardımcısında Korona virüsü çıkana kadar ortada hiçbir sorun olmadığını beyan ediyordu. Amerika’da fazla test yapılmadığı için açıklanan vaka sayıları muhtemelen gerçek sayıların çok altında. Büyük olasılıkla Amerika Korona felaketini Güney Avrupa ülkelerinden bile çok daha ağır yaşayacak. Diğer gelişmiş ülkelerin aksine vatandaşlarına devlet eliyle sağlık hizmeti sağlamayan Amerika’da milyonlarca insanın sağlık sigortası yok, olanların da aldığı hizmet sınırlı ve çok pahalı. Bu koşullarda Korona gibi bir salgın büyük ihtimalle önlenemeyecek şekilde yayılacak ve Amerikan tarihinde bir dönüm noktası olacaktır. Rakip Demokrat Parti 2020 seçimlerinde Trump’ın karşısında yarışacak adayını evrensel sağlık güvencesini savunan Bernie Sanders yerine liberal Joe Biden’i seçedursun, Korona sayesinde hep birlikte Amerika’nın kapitalist sağlık sisteminin çöküşüne tanık olacağımız günler yakındır. İspanya hükümetinin tüm özel hastaneleri kamulaştırdığı söyleniyor. Benzer bir şey Amerika’da olur mu? Hiç sanmıyorum. Nitekim Amerika’da sağlık kamu hizmeti olarak görülmediği gibi sağlık sektörü de en karlı sektörlerinden olup Amerikan kapitalizminin gözbebeğidir.

Trump’ın yarattığı başka bir Korona skandalı da bir Alman firmasına yaptığı ahlaksız teklif. İddiaya göre, Trump Tübingen merkezli CureVac şirketinin Korona virüsüne karşı aşı geliştirmek için yaptığı çalışmaları satın almak için 1 milyar Euro teklif etti. Bu teklif kabul edilseydi aşı sadece Amerika için üretilecekti. Amerika için üretilecek olması emin olun ki tüm Amerikalıların bu aşıdan faydalanma hakkı olacak anlamına gelmiyordur. Daha önce Grönland’ı da satın almak için de Danimarka’ya teklifte bulunmuş olan Trump’tan böyle bir teklif geldiğine şaşırmıyoruz. Fakat Alman hükümeti böyle bir ticari anlaşmaya engel olabilir mi, emin olamıyoruz. Alman siyasetinde de yankı yaratan bu haber sağlığın ne kadar “satılık” bir meta olduğu konusunda insanın tüylerini ürpertiyor. Maalesef kapitalist sistemde kâr, insan sağlığından daha önemli. Öyle ya, AIDS’in de ilacı bulunmuştu ama patent sahibi ilaç şirketleri izin vermediği için yıllarca bu ilacın muadili başka ülkeler tarafından üretilip ucuza piyasalara sürülemedi. Bu süreçte milyonlarca Afrikalı AIDS’ten kırıldı. Afrika demişken ve yukarıda güney Avrupa ülkelerinin zayıf sağlık sistemlerinden bahsetmişken, bu virüs Afrika’da daha fazla yayılırsa orada nasıl bir felakete yol açacağını siz düşünün. Tabi Afrika’daki ölümler Avrupa’daki ölümler kadar basına yansır mı, bilemiyoruz. Bu da dünyamızın başka bir acı gerçeği.

Kapitalizmin beşiği Amerika gibi İngiltere’de de bir virüs yüzünden serbest piyasalara ket vurma fikri hükümetin pek hoşuna gitmedi. Bu virüs Brexit’i yeni gerçekleştirmiş Boris Johnson hükümeti tam da İngiltere’nin Avrupa Birliği’nin dışında daha çok büyüyeceğini ispatlamaya çalıştığı bir zamanda ortaya çıktı. Dolayısıyla önce inkâr tutumunda olan İngiltere daha sonra kapitalist ruhta Amerika’yı da aşıp “sürü bağışıklığı” stratejisini benimsediğini açıkladı. Nedir bu strateji? Genel olarak İngiltere virüsü kontrol altına almaya çalışmayacak, kontrollü salgın politikası ile salgını geciktirmeye çalışacak. Beklentileri virüs zaman içinde nüfusun büyük bir kısmına bulaşırsa halk sürü bağışıklığı geliştirecek. Tabi bu arada özellikle yaşlılardan ölenler olacak, ama önemli mi? Onlar zaten çalışmıyorlar ve hatta sosyal sigorta üzerinde yük yaratıyorlar. Dolayısıyla Johnson “sevdiklerinizi kaybetmeye hazır olun” demeyi de ihmal etmedi. İngiltere’nin liberal ekonomi politikaları sonucu iyice yıpranmış sağlık sistemi bu yükü nasıl kaldıracak bilemiyoruz, fakat gelişmelerin dramatik olacağı kesin.

Kapitalizmin gözü kör olsun demek geliyor insanın içinden. Tabi daha çok kâr elde etmek dürtüsüyle medikal malzemeleri yüksek karaborsa fiyatları satanlar da buna dâhil. Ya panikle marketlere koşturup ihtiyacı olandan çok daha fazla yiyecek ve malzeme alanlara ne demeli? Aslında denebilecek olanı Keynes yüzyıl önce demişti: Özellikle kriz ortamlarında rasyonel bireysel davranışlar irrasyonel kolektif sonuçlar doğurabilir. Yani serbest piyasanın hüküm sürdüğü ortamlarda tüm bireyler rasyonel olarak kendi çıkarlarına göre hareket ettiklerinde, toplumsal yarar değil, toplumsal zarar oluşur. Sadece devlet serbest piyasanın bu başarısızlığını telafi edebilir. Zaten Keynes ta o zamanlarda devletin tüm vatandaşlarına eğitim ve sağlık gibi hizmetleri bedava sağlaması gerektiğini söylemişti. 1929 Buhranı ve İkinci Dünya Savaşı felaketinin ardından sonunda Keynes ile hemfikir olmaya başlayan gelişmiş ülke liderleri “sosyal devlet” kavramını keşfetmiş, hatta Evrensel İnsan hakları Bildirgesinde “sağlık hizmeti” temel bir insan hakkı olarak tanımlanmıştı. Aradan çok sular aktı, Keynesçi ekonomik politikalar 1970’lerde şirketler için yeterli kâr oranları sağlamamaya başlayınca bir bir terk edilmeye başlandı. 1980’lerden itibaren neoliberalizm hem ideolojik, hem ekonomik politika olarak hegemonya sağladı ve sonuçta devletin bedava sağladığı sağlık hizmetlerinin bir kısmı özelleştirildi, özelleştirilmeyenlerde de personel ve yatırım kesintileri ile kalite düştü.

Kim bilir belki 2008’in bitiremediği neoliberal kapitalizm en ağır darbeyi Korona’dan alır ve Korona krizi neoliberalizmin krizi olur. Bu kriz sonrası küreselleşme daha iyi yapıya da bürünebilir. Nitekim Korona krizi bize neoliberal küreselleşmenin ne kadar kırılgan olduğunu bir kez daha, ama bu kez çok da dramatik bir şekilde gösterdi. Eğer küreselleşmenin devam etmesi tercih edilecekse kamu sağlığı, bilim ve çevre alanlarındaki kamu harcamalarının artırılıp, finans sektörünün de kontrol edilmesi ile küreselleşmenin daha yönetilebilir ve krizlere karşı dayanıklı bir halde getirilmesi gerekecek.

Korona’nın ikilemi

Özetlemek gerekirse, Korona salgınında otoriter ülkeler kaybetti, demokratik ülkeler de kaybetti, kapitalizm de kaybetti. Peki, kim kazandı? Yeryüzü. Farkında mısınız, bu az ürettiğimiz, az çalıştığımız, az gezdiğimiz, az tükettiğimiz günlerde yeryüzü uzun süredir ilk kez rahat nefes alabiliyor. Örneğin, Çin’de uzun süredir ilk kez hava kirliliği bitti. Venedik’te kanallar uzun süredir ilk kez berrak bir renk aldı, hatta yunuslar geldi. Dünyanın kullandığı enerji miktarı ve dolayısıyla fosil yakıt tüketimi ve karbon salınımı düştü. Yani, dünya kapitalizmi kaybederken çevre kazanıyor. Ne kocaman bir ikilem değil mi? Yeryüzünün taşıma kapasitesinin limitlerine ulaştığını uzun süredir bilmemize rağmen, bu salgına dek piyasaları bu kadar yavaşlatmayı hiç seçmemiştik. Belki hiçbirimiz çocukluktan beri bu kadar az çalışmamıştık. Çoğumuz ailemizle bu kadar fazla evde vakit geçirmemiştik. Kim bilir, belki bu eve kilitli hayatın güzelliklerini de keşfederiz. Ama büyük ihtimalle salgın geçer ve eski alışkanlıklarımıza geri döneriz. Çünkü biz yarını değil bugünü, yeryüzünü değil kendi küçük dünyalarımızı düşünürüz.

 

Bu kriz neoliberal kapitalizmi bitirir mi, şimdiden öngörmek zor. Ama en azından neoliberal kapitalizmin insanlara ve çevreye ne kadar zarar verdiğini, bizi ne kadar krizlere maruz bıraktığını ve kriz esnasında da serbest piyasa kurallarını bir tarafa bırakmadan, devletin ve sosyal ağların yardımı ve kontrolü olmadan mücadele edilemeyeceğini görmemizi sağlayacağına inanıyorum. Dolayısıyla bu sistemde bir şeyler değişmek zorunda. Ortak felaketlere tek çare dayanışma, işbirliği ve örgütlülük, hem yerelde hem de küresel alanda. Bunun başka çaresi yok. Bu felaketin insanoğluna yeni tür dayanışma ağları önermesi ve neoliberal kapitalizme alternatif stratejiler geliştirmesi için yardım etmesi dileğiyle…

 

 

Bu haber toplam 14320 defa okunmuştur