1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Korkunun ve bölünmüşlüğün ikinci tercihi: 1 Kasım seçimlerinin değerlendirilmesi
Korkunun ve bölünmüşlüğün ikinci tercihi: 1 Kasım seçimlerinin değerlendirilmesi

Korkunun ve bölünmüşlüğün ikinci tercihi: 1 Kasım seçimlerinin değerlendirilmesi

Korkunun ve bölünmüşlüğün ikinci tercihi: 1 Kasım seçimlerinin değerlendirilmesi

A+A-


Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com

Siyaset Bilimci James Danziger’e göre, insanların siyasal duruşunu belirleyen 3 süreç vardır: Siyaset hakkında doğru ya da yanlış bilgiler topladığı “öğrenme süreci”, siyasal olayların hislerine tesir ettiği “etkilenme süreci” ve bu iki sürecin bir sentezini yaparak karar verdiği “değerlendirme süreci”. 1 Kasım’da AKP hem MHP’ye hem HDP’ye kaçırdığı oyların çok büyük bir kısmını geri döndürdü ve 7 Haziran’da sandığa gitmeyen seçmeninin desteğini yeniden kazandı. HDP’den kayan oyların ve 7 Haziran’da boykot halindeki oyların “öğrenme süreci” ve “etkilenme süreci”, gerek AKP propagandası, gerekse bütün Orta Doğu’yu saran ve Türkiye’yi de travmatik biçimde şekilde sarsan korku atmosferi, sözünü ettiğim kesimlere bir an önce istikrarlı bir hükümet kurulmazsa bu korku halinin sona ermeyeceğini düşündürdü. MHP’den kayan oylarda ise korku haline ilaveten ülkede git gide büyüyen etnik çatışma algısı etkili oldu ve milli tezleri savunan cephenin merkezi olarak AKP algılandı. Netice itibarıyla, AKP yeniden tek başına iktidara geldi.

7 Haziran sonrasında koalisyon hükümeti kurulamaması Türkiye’nin bölünmüş bir toplum olduğunu çok net bir biçimde ortaya koymuştu. Türkiye’nin batısında Kemalist ve laik Türkler egemendi. Doğusunda Türkiye’nin sosyal, siyasal ve ekonomik çarklarında etnik kimlikleriyle var olabilme mücadelesi veren Kürtler egemendi. Türkiye’nin iç kesimleri ise milliyetçi-muhafazakâr Anadolu halkının egemenliğindeydi. Bu tablo 1 Kasım’daki seçimin sonuçlarına da aynen yansıdı. Türkiye halen daha bölünmüş bir toplum. Bölünmüşlük değişmedi, yalnızca iktidarın oluşum şeması eski haline döndü ve AKP tek başına iktidar oldu. Kafalarda pek çok soru işareti bırakan dönüşüm ise, AKP’nin iktidarı nasıl kaybettiği ve bu kadar kısa bir süre içerisinde nasıl geri aldığıydı.

Her şeyden önce, 7 Haziran seçimleri Recep Tayyip Erdoğan’ı başkan yaptırmak ya da yaptırmamak,  Türkiye toplumunun demokratikleşmesini Erdoğan’ın başkanlığına bağlayan otoriter yönetim algısına tepki göstermek ya da göstermemek ve Türkiye’de çoğunluğun iktidarına dayalı çoğunlukçu demokrasi ile farklı kimlik ve düşüncelerin bir arada kaynaşabileceği çoğulcu demokrasi arasındaydı. 7 Haziran’da Türkiye toplumu Erdoğan’ın başkan olmamasından, demokratikleşmenin önüne Erdoğan’ın başkan yapılması şartı konulmamasından ve çoğulcu demokrasiden yana bir seçim sonucu oluşturdu. Fakat partilerin bu çoğulcu tablodan yararlanarak iktidarı paylaşma arayışlarına girememesi, özellikle de MHP’nin “HDP varsa biz yokuz” tavrı, seçimlerin tekrarlanmasını kaçınılmaz kıldı. 7 Haziran öncesinde AKP’ye en çok kan kaybettiren unsur, artık Türkiye’nin ezilen kesimlerini temsil etme özelliğini yitirmeye başlamasıydı. Dış politika, özellikle Erdoğan’ın Kobani’ye ilişkin söylemleri ve sonrasında toplumsal gösterilere yönelik gerçekleştirilen sıkıyönetim uygulamaları AKP’nin Kürt seçmenlerini küstürmüştü. Öte yandan, başkanlık yolundaki hızlı ilerleyiş milliyetçi-muhafazakâr çevrelerin bir bölümünde de küskünlük yaratmıştı. Bundan dolayı, AKP 7 Haziran’da MHP ve HDP’ye gözle görünür miktarda oy kaptırdı ve bir kısım AKP seçmeni oy vermeye gitmedi. 7 Haziran sonrasında Türkiye’ye insanların kanını donduran bir korku psikolojisi egemen oldu. Suruç ve Ankara katliamları, Orta Doğu’daki savaş ortamının Türkiye’ye de sıçradığını açıkça ortaya koydu. Türkiye toplumu 1970’li ve 90’lı yıllarda yaşadığı travmayı yeniden yaşamaya başladı ve geleneksel korku algısı yeniden yükseldi: “Bu ülkede öldürülen öldürüldüğüyle kalıyor”. Bu algı yeniden egemen olunca, seçimin kaderini etkileyecek miktarda seçmen istikrar arayışıyla, güvenlik kaygısıyla ve korku psikolojisiyle hareket ederek “ikinci tercihini” kullanmak ve AKP’yi tercih etmek durumunda kaldı. Altını çizmek gerekir ki, bu sadece AKP propagandasının etkisiyle oluşmamıştı. Nasıl bir ülkede ve nasıl bir coğrafyada yaşadıkları AKP’ye geri dönen seçmenin oy verme davranışında belirleyici oldu.

Öncelikle, Türkiye’de seçim sonuçlarını değerlendirirken toplum içerisindeki bölünmeleri ve parti tabanları arasındaki oy geçirgenliğini dikkate almak zorundayız. Türkiye’de parlamentoya giren 4 parti arasında oy geçirgenliği düşük olan tek parti CHP’dir. CHP seçmeninin çok sınırlı bir kısmı belki belirli istisnai dönüm noktalarında ikinci parti olarak HDP’yi tercih edebilir, ancak onun dışında ne CHP tabanından diğer 3 partiye, ne de diğer 3 partinin tabanlarından CHP’ye oy kayar. CHP tabanı ağırlıklı olarak Türkiye’nin Batısında yaşayan, eğitim düzeyi ve sınıfsal statüsü Türkiye ortalamasının üzerinde olan, batılı yaşam tarzını benimsemiş insanlardır. Kılıçdaroğlu her ne kadar Kürtleri, dindarları ve kırsal kesimi dışlamayan bir söylem içerisinde olsa da, CHP tabanı Türkiye’nin 4’te 3’ünden farklı bir tabandır. Bu farklılık CHP tabanı ile diğer %75’lik taban arasında oy geçirgenliği olmamasının temel nedenidir. CHP haricinde ise, AKP tabanı ile HDP ve MHP tabanları arasında ciddi bir oy geçirgenliği söz konusudur. AKP’nin ciddi miktarda Kürt seçmeni olduğu gibi ciddi miktarda Türk milliyetçisi seçmeni de vardır. Bundan dolayı, AKP’den bu iki partiye oy kayabildiği gibi, bu iki partiden de AKP’ye oy kayabilir. 7 Haziran’da AKP hem bir miktar milliyetçi-muhafazakâr Türkün MHP’yi, hem bir miktar Kürt seçmenin HDP’yi tercih etmesi nedeniyle tek başına iktidar olamamıştı. 1 Kasım’da ise AKP bu iki partiye kaybettiği oyların çok büyük bir kısmını geri aldığı gibi, 1 Kasım’da sandığa gitmeyen %4 civarında seçmenini yeniden sandığa göndermekte başarılı oldu ve yine tek başına iktidara geldi.

AKP’nin kemik oyu her hâlükârda %40 civarındaydı. 1 Kasım’da AKP’nin %50’ye ulaşmasını tayin eden ise, AKP ile MHP arasında tercih yapan Türk milliyetçisi yurttaşların, AKP ile HDP arasında tercih yapan Kürt yurttaşların ve AKP’ye küskünlüğünden ötürü sandığa gitmek istemeyen yurttaşların, yani yaklaşık %9’luk bir seçmen oranının davranışıydı. HDP’den AKP’ye dönen oyları kullananlar, Türkiye’yi hem içeriden hem Orta Doğu’dan saran korku ortamı karşısında daha yönetilebilir bir ülke yapmayı arzu etmekteydi.  Bundan dolayı, korku atmosferinin de etkisiyle istikrarlı bir yönetim arayışına itilmiş, koalisyon kurulamama ihtimalinin yaratacağı yeni bir belirsizlik dönemini göze alamamışlardı. MHP’den geri dönen oylarda ise, bu korku halinin yarattığı algıya ilaveten, Türk yurttaşlar arasında giderek artan ve esasen gözümüzden kaçan bir etnik çatışma algısı etkili oldu. MHP’den AKP’ye kaçan oyların ardında  “Türk-İslam duruşunun” bölünmemesi ve tek merkezde birleşmesi arayışı da vardı.  

Peki, bu sonuç Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin nihai mağlubiyeti mi? Ya da yine koalisyonu zorunlu kılacak bir seçim sonucu çıkmış olsaydı bu sonuç Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin nihai galibiyeti mi olacaktı? Bu soruları cevaplamak çok da kolay değil. Çünkü AKP hükümetleri bir yandan Kürt yurttaşların haklarını genişletmek için daha önceki hükümetlerin atmadığı pek çok adım atmış, diğer yandan da topluma “Kürt Sorununun çözümünü isterseniz, başkanlık sistemine geçişimizi sağlarsınız” yönünde bir senet imzalatmaya çalışmıştır. Bir yandan Cumhuriyet tarihi boyunca ezilen kırsal kesimleri ve dindar yurttaşları devletle barıştırmış, diğer yandan ülkenin çağdaşlaşması için yükselen demokrasi taleplerini küçümsemiştir. AKP döneminde “derin devlet” gitmiş, yerine “paralel devlet” gelmiştir. Türkiye’de Orta Doğu’daki savaş halinin yarattığı korku ve terör atmosferi son zamanlarda zirveye çıkmış, Türkiye özellikle Suriye politikasında dünyanın genel siyasetiyle ters düşerek yalnızlaşmaya başlamış, ancak Angela Merkel seçimlerin hemen öncesinde Erdoğan ve Davutoğlu’nu ziyaret ederek Türkiye’den AB sınırlarını mültecilerden korumasını istemiştir. Bazı soruları ancak zaman cevaplayabilir, ama seçimin kaderini belirleyen %10’luk kesimin amacı Erdoğan’ı başkan yaptırmak değil, korku atmosferinin bir an önce dağılmasına yardımcı olabilmekti. 

Türkiye halkının yararına olan, ülkeyi yönetenlerin mevcut 3 kimlikli bölünme halini (Batıda laik yurttaşlar, Doğuda Kürt yurttaşlar, İç kesimlerde milliyetçi-muhafazakâr yurttaşlar) bir tür çok-kültürlülük ve zenginlik olarak yorumlayarak bir an önce çoğulcu demokrasiye geçiş formülleri yaratmasıdır. Cumhuriyet tarihi boyunca laik kesimler devlet gücünü, milliyetçi-muhafazakâr kesimler ise sandıktaki çoğunluğun desteğini kendilerinden farklı grupları sindirmek için bir baskı unsuru olarak kullanmıştı. Şu an hem devlet gücü, hem çoğunluk desteği milliyetçi-muhafazakâr kesimin elinde ve Türkiye’nin kaderi iktidar ile muhalefet arasında sağlıklı bir ilişki kurulmasına bağlı.

Ancak Türkiye’nin çok daha öncelikli bir Orta Doğu ve buna paralel olarak büyüyen korku atmosferi sorunu var. Geçmişe oranla bugün bu sorunla çok daha bağlantılı olan Kürt Sorunu da çözüm bekliyor. Bu sorunlar ne muhalefetin iddia ettiği gibi tek başına AKP yüzünden yaratılmıştır, ne de AKP’nin iddia ettiği gibi tek başına AKP tarafından çözülebilir. 

Son olarak, gerek Türkiye’de, gerekse Kuzey Kıbrıs’ta, AKP’nin her seçim zaferi sonrasında olduğu gibi, seçmenin tercihini küçümseme geleneği ne yazık ki 1 Kasım gecesi de bozulmadı. Orta Doğu’yu ve Türkiye’yi saran korku koşullarını ve bu koşulların dağılmasının ancak orta ya da uzun vadede mümkün oluşunu göz ardı ederek AKP’nin seçimi kazanmasından dolayı Türkiye toplumunu eleştirmeden önce, Türkiye’nin gerçekleriyle daha fazla yüzleşmeye ihtiyacımız vardır.  Bundan dolayı, doğru ya da yanlış, “akan kanın durması için bir an önce istikrar” arayışıyla yeniden AKP’nin iktidara getirilmesini yargılamadan önce toplum psikolojisi boyutunda kavramak durumundayız.

 

Bu haber toplam 1338 defa okunmuştur
Gaile 342. Sayısı

Gaile 342. Sayısı