1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kıbrıslı Türkler, “Ayrıcalık” ve “Pozitif Ayrımcılık”
Kıbrıslı Türkler, “Ayrıcalık” ve “Pozitif Ayrımcılık”

Kıbrıslı Türkler, “Ayrıcalık” ve “Pozitif Ayrımcılık”

Kıbrıslı Türkler, “Ayrıcalık” ve “Pozitif Ayrımcılık”

A+A-


   
Şevki Kıralp
sevkikiralp@gmail.com 

İmparatorluklarda ve feodal dönemlerde belirli sosyal sınıflar ya da gruplar devlet içerisinde otoriteden daha fazla yararlanarak ayrıcalık elde ederlerdi. Demokrasiye geçişte ise devletlerin temellerinden birisi anayasal eşitlik olmuştu. Yani, bütün yurttaşların anayasa ve yasalar doğrultusunda eşit haklara ve eşit görevlere sahip olması. Fakat pek çok durumda herkese eşit muamele etmenin eşitliğin kendisine aykırı olduğu da bir gerçektir. Bu açıdan demokrasilerde çoğulcu eğilimler artmış, pozitif ayrımcılık ilkeleri benimsenmiştir. Çoğulcu demokrasi ve pozitif ayrımcılık, bazı birey ve grupların çoğunluk içerisinde daha adil koşullarda var olabilmesini kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Örneğin şiddete maruz kalan kadınlar için sığınma evleri yapılması, yoksul ailelerin çocuklarına tahsil için burs olanağı sağlanması, kurum ve kuruluşlara belirli bir miktarda engelli vatandaş istihdam etme zorunluluğu getirilmesi ya da toplu taşıma araçlarında bazı koltukların hamile kadınlara ya da yaşlı insanlara ayrılması pozitif ayrımcılık unsurlarıdır. Devlet bu uygulamaları yaparak yararlananlara “torpil geçmiş” olmaz, aksine adalet sağlayarak eşitliği güçlendirir. Aynı şekilde seçim barajlarının kaldırılması ya da düşük oy oranlarına indirilmesi azınlık durumundaki görüşlere temsil edilme hakkı tanıdığı için çoğulculuk ve pozitif ayrımcılıktır. Bir etnik grubun ya da coğrafi bir bölgenin ülke içerisindeki çoğunluk karşısında siyasal, kültürel ve ekonomik olarak erimeye uğramaması için uygulanan güç-paylaşımı ve federasyon modelleri de çoğulculuk ve pozitif ayrımcılıktır. Kıbrıs’ın kuzeyinde bir yandan Osmanlı’dan kalma “ayrıcalıklı” olma, diğer yandan da 1959’dan bu yana geçerli olan “pozitif ayrımcılıktan” yararlanma arasında, iki kavramı birbirine karıştırmış olmakta ve iki kavramı da işimize geldiği şekilde yorumlamak gibi bir toplumsal rahatsızlık içerisinde yaşamaktayız. 

Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayanlar olarak, ayrıcalıklı olmayı ve ayrıcalık talep etmeyi davranış biçimi haline getirdik. Bir devlet dairesine yolumuz düşecek olursa, daha daireye gitmeden önce mutlaka bir tanıdık vasıtasıyla temas kurup “ayrıcalık” talep ederiz. Kamuda istihdam edilmek için sınava ve mülakata girmeden önce mutlaka yine bir tanıdığımızı devreye sokarak “ayrıcalıklı” olduğumuzu dile getirmeye çalışırız. “Ayrıcalıklı” misafirlerimiz olduğu zaman gideceğimiz mekânın sahibi ile önceden görüşür ve “ayrıcalıklı” hizmet talep ederiz. Alış-verişte de bize danışan dostlarımızı şahsi dostlarımıza gönderir, gitmeden önce “bak sana dostumu gönderiyorum, ayrıcalık yap ki ayrıcalıklı olduğum görünsün” diye rica ederiz. Bunlar aslında çok da yadsınacak haller değildir. Çünkü bu devlet ve toplum yapısının mimarları kendimiz olduğumuzdan dolayı bizzat kendimiz “ayrıcalıklı” olduğumuz anlaşılmazsa sorunumuzun çözülmeyeceğini gayet iyi biliriz.

İnsanlık tarihi boyunca bazı sosyal sınıflar kanun önünde pek çok ayrıcalık elde etmişti. Örneğin, sanayileşme öncesindeki feodal toplumlarda aristokratlar (toprak sahipleri) ve din adamları vergi muafiyeti başta gelmek üzere pek çok ayrıcalığa sahipti. Kıbrıs Türk toplumunun tarihindeki en önemli pay sahibi medeniyetlerden biri olan Osmanlı İmparatorluğu’nda da, insanlar “askeriler” ve “reaya” olarak ikiye ayrılmaktaydı. “Askeri” sınıf, devleti yöneten en üst düzeyli devlet adamlarından kamu görevlisi olarak çalışan en sıradan memura kadar bütün hükümet, memur ve ordu kadrosunu kapsamaktaydı. “Askeriler” vergi muafiyetlerinden yararlanmaktaydı. Öte yandan Osmanlı’da Müslümanlar “millet-i hâkime”, yani “asli unsur” idi. Gayrimüslim toplumlar ise “millet-i mahkûme”, yani “tutsak unsur” idi. Müslüman olmayanlar Müslümanlardan belirli bir oranda daha fazla vergi ödüyor, Müslüman olmadıkça orduya ve kamu görevine alınmıyorlardı. Müslüman olmamayı seçen toplumlarda insanlar genellikle ticaret ile uğraşmaktaydı ve Osmanlı’nın tüccar sınıfında Gayrimüslimlerin ağırlığı çok büyüktü. Bu gelenek Kıbrıs’ın kuzeyinde uzun yıllar geçerli olan “benim partiyi desteklemezsen sana devlette çalışmak yok” yaklaşımının temeliydi.  

1878’de Kıbrıs Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflamasıyla birlikte İngiltere’ye bir üs olarak kiralandı. Adada Hıristiyan nüfus Müslüman nüfustan 3-4 kat daha büyüktü. Fakat Osmanlı döneminde Kıbrıs’ta da “askeri” sınıf ve “millet-i hâkime” Müslümanlardan oluştuğu için, Rumlar kendilerini ticarette geliştirmişti. Tüccar sınıfı ağırlıkla Kıbrıslı Rumlardan oluşuyordu. İngilizler adadaki iki toplumu eşit statüde saydı ve bunu anayasal bir temele bağladı. Adadaki sömürge yönetiminin bütün idari işlerinden sorumlu olan Yasama Meclisi’nde sayısal oran son sözü İngilizlerin söylemesine el verecek şekilde düzenlenmişti. Çoğunluk durumundaki Kıbrıslı Rumların temsilcileri İngilizlerle fikir ayrılığına düştükleri zaman Kıbrıslı Türkler İngilizler lehine oy veriyor ve Kıbrıslı Rumların iradesi geçersiz kılınıyordu. Türkiye Cumhuriyeti Lozan Antlaşması ile Kıbrıs üzerindeki bütün haklarından vazgeçmiş ve ada yasal olarak İngiliz sömürgesi olmuştu. İngilizler, Yasama Meclisi’ni 12 Hıristiyan, 3 Müslüman ve 9 İngiliz üyeden oluşturmuştu. Başkan ise haliyle İngiliz idi. Müslümanlar genellikle İngilizler lehine oy veriyordu. Lehte ve aleyhte oylarda eşitlik sağlanınca da son kararı İngiliz başkan veriyor ve yine dönüp dolaşıp İngilizlerin dediği oluyordu (Nikos Peristianis, 2008, Nation, Nationalism, State, and National Identity in Cyprus. Doktora tezi, Middle Sex University). 

1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nde Kıbrıslı Türklere tanınan veto hakları, Rum çoğunluğun siyasal iradesinin devlete yön vermesinin önünü tıkamıştı. Nüfusun % 82’sini oluşturan Rum toplumu ile % 18’ini oluşturan Türk toplumu tamamen eşit statüdeydi. Adada vergilerin % 90,5’i Rumlar, % 9,5’i de Türkler tarafından ödeniyordu (Glafkos Kleridis, 1989-1992. My Deposition. Vol. I, Lefkoşa: Alithia). Neredeyse bütün ekonomik faaliyetlerin merkezinde Kıbrıslı Rumlar vardı. 1963’te Kıbrıslı Rumlar bu veto haklarına karşı çıkarak anayasal değişiklik talep ettiler. Bizler ise buna direndik ve etnik çatışma baş gösterdi.   

1974’te nüfusun % 18’ine denk olmamıza rağmen toprağın %36’sına sahip olduk. Üstelik de ele geçirdiğimiz bölgeler son derece kalkınmıştı. 200 bin Rum evinden edildi. Güneye giden Rumlar uzun süre çadırlarda kaldı. Bizde ise güneyden gelen Türkler arasında evsiz kalan yoktu, çünkü Rum evleri hepimize fazlasıyla yetti. Hatta fazladan yer kaldı, Türkiye’den gelenleri de yerleştirdik. Savaş ganimetini bölüşmeyi meşru saydık. Bu sefer de elde ettiğimiz toprakların çok büyük bir kısmının bizde kalacağı iki bölgeli federasyon konusunda çerçeve anlaşması elde ettik. Gel zaman git zaman toplum içerisinde “ayrıcalık” görenler canımızı sıkmaya başladı. Ganimetten kimisine daha az, kimisine daha fazla pay düşmüştü ve bu bölüşümün standartlarını belirleyen normatif hukuki bir temel yoktu. Toplumsal tepkiyi sokaklara taşıdık, AB perspektifi doğdu ve Annan Planı’na kadar ilerledik. Günümüzde “Maraş açılırsa birileri tatmin olur, çözümden uzaklaşır” şeklinde bir korkuyla yüzleşiyoruz. Hâlbuki sınır kapıları açılınca, Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportları yasallaşınca ve AB’nin yardımları başlayınca çözüme olan ihtiyacımızın çoktan azaldığını da göz ardı ediyoruz. Şu an AB içerisinde AB’nin pek çok olanağından yararlanan ama buna karşılık AB’ye vergi ödemeyen tek toplum Kıbrıslı Türklerdir.

Osmanlı’da “millet-i hâkime” ve “askeriler” ayrıcalıklıydı ve Kıbrıs’ta bu ayrıcalıklardan yararlanan atalarımızdı. İngiltere, Kıbrıs’ı yönetmek için azınlık durumundaki Kıbrıslı Türklere pozitif ayrımcılık yapmış, Türkiye ise kendi stratejik ihtiyaçları açısından Rumlar ile Türklerin eşit toplum olması üzerinden siyaset yapmıştı. Bizler ise önce Osmanlı’da egemen unsur olmanın getirdiği ayrıcalığa, sonra İngiliz ve Kıbrıs Cumhuriyeti dönemlerinde “biz azınlığız, asimile oluruz” şeklindeki pozitif ayrımcılığa sımsıkı sarıldık ve ikisini birbirine karıştırdık. Asimile olmamamız için bizlere sağlanan pozitif ayrımcılığı şartları kendi lehimize çevirmek için bir ayrıcalık olarak algılamaktayız. Daha da vahimi ise “ayrıcalık” zannettiğimiz koşulların ilelebet sürebileceğine inanmamızdır.

Bu haber toplam 5460 defa okunmuştur
Gaile 306. Sayısı

Gaile 306. Sayısı