1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kıbrıs sorununun kalbinde yatan nedir?”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kıbrıs sorununun kalbinde yatan nedir?”

A+A-

Kıbrıslırum tarihçi George Dionissiu yazdı: “Kıbrıs sorununun kalbinde, Kıbrıslıtürkler’in yönetime etkili biçimde katılmalarını Kıbrıslırumlar’ın istikrarlı biçimde reddetmeleri vardır…”

sev-011.jpg

Kıbrıslırum tarihçi George Dionissiu, 29 Temmuz 2018 Pazar günü POLİTİS gazetesinde yayımlanan yazısında “Kıbrıs sorununun kalbinde ne var?” sorusunu sordu… Dionissiu’dan Rumca olarak yayımlanan bu yazısını bizim için İngilizce’ye çevirmesini istedik, o da bizi kırmadı ve İngilizce çeviriyi yaparak gönderdi. Biz de önemli bulduğumuz bu yazıyı okurlarımız için Türkçe’ye çevirdik. George Dionissiu, yazısında şöyle diyor:

“Geçtiğimiz Temmuz ayında Crans Montana’da müzakerelerin çökmesi ardından Türkiye ve Kıbrıslıtürkler’in tepkileri, bir kez daha talepkar biçimde yurdumuzun yeniden birleştirilmesini nasıl başaracağımız sorusunu gündeme getirdi. Türkiye çözümün Birleşmiş Milletler çerçevesi dışında aranması gerektiğini resmi olarak söylerken ve Türkiye Dışişleri Bakanı da Kıbrıslıtürk siyasi partilerine ve Mustafa Akıncı’ya iki devletli veya konfederasyon temelinde bir çözüm önerisi sunarken, Kıbrıslıtürk lider, Türkiye’nin planlarıyla uzlaşmadı. Bir süre sonra Akıncı, resmi bir açıklama yaparak Guetteres çerçevesi temelinde geçici bir anlaşma yapılması önerisinde bulundu. Buna paralel olarak gerek Akıncı, gerekse tüm Kıbrıslıtürk siyasi partileri, Türkiye’ye asimile olmak istemediklerini, Kıbrıslıtürkler olarak kendi kimliklerini korumaya çalışacaklarını söylediler.

Bu tepkiler, 44 yıldır bölünmüş olan ülkemizde Kıbrıslıtürkler’in Türkiye’ye neredeyse tümüyle bağımlı olmalarına karşın, iradelerinin tümüyle yitip gitmediğini gösteriyor. Gerek Akıncı’nın açıklaması, gerekse Kıbrıslıtürkler’in Türkiye’nin kendilerini asimile etme planlarına karşı tepkileri, bu kritik dönemde Kıbrıslıtürkler’le ortak bir anlayışa ulaşma olanaklarını araştırmamız için biz Kıbrıslırumlar’ı harekete geçiremedi…

Aynı hareketsizliği tüm Kıbrıs sorunu tarihi boyunca gözlemleyebiliriz çünkü izlerin onlara karşı tavrımız ırkçıdır, saldırgandır ve onları bu adada misafir olarak görüyoruz. Bu tavrımız nedeniyle onlara kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olma hakkını inkar ettik.

12 Temmuz 1878’de Britanya yönetiminin ta başından 1974’e kadar, Kıbrıslırum milliyetçiliği Yunanistan’la birleşmiş için her fırsatı kullanmaya çalıştı. Bunun için Yunan hükümetine kendi taleplerini kabul ettirmek için şantaj yaptı, Yunan hükümetini kullanarak Birleşmiş Milletler’e çağrılarda bulundu, silahlı mücadeleye girişti, Sağ ve Kilise yurtseverliği bunun için kullandı, Akritas planı yapıldı – tüm bunların ötesinde Kıbrıslıtürkler, Kıbrıs Cumhuriyeti’ne yeniden dahil olmak için istek belirttiklerinde bu kabul edilmedi ve 1964’ten beri yaşamakta oldukları toprak parçacıklarında bırakıldılar, ta ki boyun eğsinler diye; son olarak da 1974 darbesi yapıldı. Türk işgali ve adanın de facto bölünmesi ve Kıbrıslıtürk toplumunda Denktaş’ın kesin gücü hakim olduktan sonra da uzun vadeli mücadele kullanıma sokuldu.

Yunanistan’la birleşme yönünde siyasi hedefini belirlerken, Kıbrıslırum milliyetçiliği hiçbir zaman Coğrafya faktörünü dikkate almadı. Elbette Britanya yönetiminin ilk yıllarında komşu Osmanlı İmparatorluğu’ndan ve 1923 sonrası Türkiye’den kaynaklanan tehlike belirgin değildi. Ancak 1940’lı yılların sonlarından başlayarak ve özellikle de 1950’lerin başından itibaren Türkiye Kıbrıs’a ilgi göstermeye başladığında ve Kıbrıslıtürk liderliğinin güçlü kışkırtmaları bunu izlediğinde, Coğrafya, Kıbrıslırumlar’ı düşündürmeliydi. Hatta Coğrafya’yı daha da dikkatli düşünmeliydiler çünkü Kıbrıs’ın geleceğine ilişkin düşünceler arasında Türkiye’ye ilhak edilmesi konusu da vardı. Kadim Yunan tarihçi Herodot’tan bu yana gezegenimizin fiziksel düzeni bilinmektedir yani Coğrafya’dır bu ve Coğrafya tüm ulusların tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. Günümüzde ise ulusal politika oluşturmada en önemli faktörlerin başında gelir.  20nci yüzyılın başlangıcından bu yana Coğrafya nosyonu genişletilmiş ve belli bir bölgede yaşayan insanlar, onların inançları, bir bölgedeki kültürel ilişkiler, dini inançlar ve ideolojiler de buna dahil edilmiştir. Tüm bunlar İnsani Coğrafya’yı oluşturur.  Princeton Üniversitesi’nde Siyaset Bilimleri ve Uluslararası İlişkiler Profesörü olan Ann-Marie Slaughter, 2012 yılında New York Times’da yayımlanan bir makalesinde hem insani, hem de fiziksel Coğrafya’nın intikam alma yeteneğinden söz etmiştir. Bunun da ötesinde Slaughter, Coğrafya’yı görmezden gelenlerin onu yenemeyeceklerini yazmıştır. Sağduyunun söylediğinin tam tersine biz Kıbrıslırumlar her ikisini de, hem fiziksel, hem insani Coğrafya’yı görmezden geldik. Daha da kötüsü, 1963 sonrasında da, Türkiye dişlerini gösterdiğinde, yine görmezden gelmeye devam ettik. Daha da tuhafı, 1974 sonrasında Türkiye etimizi parçalamış olduğu halde, aynı politikayı sürdürmeye devam ediyoruz.

Böylece gayet açıktır ki Kıbrıslırum milliyetçiliği, kendi hedeflerini belirlerken, Kıbrıslıtürk faktörünü hiç dikkate almamıştır. Eğer bu olmuş olsaydı, herhalde Kıbrıs sorunu var olmayacaktı. Tam tersine onlardan nefret ettik ve onlara karşı saldırgan davrandık.

1878’den günümüze kadar eğer onların Kıbrıs sorununa ilişkin pozisyonlarına bakacak olursak, adanın idaresine etkili biçimde katılımı istikrarlı biçimde talep ettiklerini görebiliriz.

İşte Kıbrıs sorununun kalbinde, Kıbrıslıtürkler’in yönetime etkili biçimde katılmalarını Kıbrıslırumlar’ın istikrarlı biçimde reddetmeleri vardır… Kıbrıs sorunu yalnızca bir istila ve işgal sorunu değildir, aynı zamanda Kıbrıslıtürklerin hakları sorunudur. Kıbrıslırum tarafının adanın birleştirilmesine ulaşmak için kullanmadığı tek yöntem, Kıbrıslıtürkler’in haklarının tam olarak tanınmasıdır. Tam tersine bizim taraf onların bugünkü tepkilerini ciddiye almaz ve onları Türkiye’nin elinde araç olarak görür.

Kendi hayatlarını riske atarak işgale pek çok şekilde karşı çıkan Kıbrıslıtürkler’in pratik biçimde Kıbrıslırum tarafınca desteklenmesinin zamanıdır. Kıbrıslıtürkler artık var olmadığında, Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki tam kontrolü, sadece bir zaman meselesi olacaktır. Zamanımızın büyük düşünürlerinden ve jeopolitik analizcilerinden Robert Kaplan, Atina’dan “Kathimerini” gazetesine birkaç ay önce verdiği röportajda, “Coğrafya bize mütevazi olmayı öğretir” demiştir. Biz Kıbrıslırumlar hiçbir zaman mütevazi olmadık…”

(POLİTİS - George Dionissiu – 29.7.2018 – Rumca makalenin İngilizce çevirisinden Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ).


BASINDAN GÜNCEL…

Roni Margulies’in yeni kitabı: “Ailem ve diğer Yahudiler…”

Roni Margulies’in yeni kitabı yayımlandı: “Ailem ve diğer Yahudiler…” Avlaremoz haber sitesi, Roni Margulies’le geniş bir röportaj yayımladı. Röportaj şöyle:

***  Daha önce İstanbul Yahudilerinin yaşamına dair bir deneme kitabı daha yazmıştınız; ‘Bugün Pazar Yahudiler Azar’. Bu ikinci kitabı yazmaya neden gerek duydunuz?
– Benim şiirimde de çok kişisel unsurlar, kişisel tarih vardır ama hiçbir zaman bu kişisel anlatıları anı olarak düşünmüyorum. Edebiyat olarak düşünüyorum. Onun için bildiğim her şeyi anlatayım, hayatlarının hikâyesini araştırarak yazayım gibi bir kaygım yoktu. Ben orada hayatın garipliği, ölümlülük, hayatta bir şey yapıp yapmamanın önemi ya da önemsizliği gibi cebelleştiğim, hesaplaştığım konular için vesile ediyorum ailemin öyküsünü. Kurgusal aile yerine içinde yaşadığım ortamı, kişileri ve toplumu anlatarak bu hesaplaşmayı yapıyorum.

***  Kurgulamaya gerek bırakmayacak kadar verimli bir kaynağınız var...
– Evet. Özellikle büyükanne ve büyükbabalarımın hayatları gerçekten çok ilginç. O kuşağın hayatı zaten ilginç; iki tane dünya savaşı yaşamışlar. Kapitalizmin patlama dönemini, getirdiği hızlı değişiklikleri yaşamışlar. Benim ailemde ayrıca bir de göç olgusu var. 1925’te baba tarafım Polonya’dan gelmiş. Gelinen ülkede hem Polonyalı olduğu için yabancı ayrıca da Yahudi azınlık… Bütün bunlar bana kurgusal bir aile yaratma gerekliliği bırakmıyor.

***  Pek çok şeyin nedenini, nasılını bilmediğinizi yazıyorsunuz. Biraz da hiç sorulmamış sorular, anlatılmamış hikâyeler kitabı gibi. Sormak, iş işten geçtikten sonra mı aklınıza geldi?
– Tabii ama bu da işte hayatın bir ilginçliği değil mi? Yaşarken, her şey insana son derece doğal geliyor. Birileri ölmeye başladığı zaman birdenbire dank ediyor. Aklımıza geldiğinde de soracak kimse kalmamış oluyor.

***  Aile büyükleriniz sorulmadan anlatmaz mıydı?
– Bir keresinde defter alıp dedemin yanına gittim ve sorular sordum. Kitaptakilerin çoğu o bilgiler. Hiç konuşmadıkları Polonya’ydı. Onu da anlayabiliyorum, Nazilerin işgaliyle birlikte bütün aileyi kaybetmişler. Ermeni arkadaşlarıma sordum, size 1915 çocukken anlatılır mıydı, diye. Hiçbiri çocukken bilmezmiş. Bir çocuğu soykırım anlatarak büyütmek pedagojik anlamda doğru bir şey değil. Anlatan açısından da acıları hatırlatması bakımından hoş değil.

***  1950’lerde, 60’larda İstanbul’daki cemaatin hayatı nasıldı?
– Cemaat çok monolitik değil, Türkiye’deki yaygın kanının aksine yoksul kesimleri de var. Özellikle o yıllarda daha çok vardı. Benim bildiğim ve kitaplarımda anlattığım hayat, belli bir gelir düzeyine sahip kesime dair. Her yaz bir ev kiralar, yazlığa giderdik. Bu yazlıklar bugün İstanbul’un merkezinde kalmış semtlerdeydi; Yeşilköy, Bostancı gibi. Yeşilköy o zaman gerçekten köydü. Yazlığa gitmek bugün çok kolay bir şey değil. Beni önce İngiliz High School’unda (Bugünkü Nişantaşı Anadolu Lisesi), sonra da Robert Kolej’de okuttular. Bunlar da bugün çok ciddi bir para. Ama bizimki zengin bir aile değildi. O zaman nüfus daha az olduğundan herhalde rekabet de azdı ve bunları yapmak için bugünkü kadar para gerekmiyordu. Yazlıklarda Yahudi çocuklardan oluşan çok geniş bir arkadaş çevrem vardı. Onların aileleri de benimkilerin karbon kopyasıydı. Yahudi-Müslüman ayrışmasının ortadan kalktığı ilk kuşak benimkiydi.

***  Aileniz Maçka Palas, Doğan Apartmanı gibi İstanbul’un sembol apartmanlarında yaşamış hep…
– Yahudilerin kültürel bir farklılığı kentli olmak, Yahudinin köylüsü olmaz. Kentli olunca da apartmanda yaşıyorsun.

***  Anlattığınız İstanbul bugün yok. Caddelerin isimleri değişti, o pastaneler, plakçılar kalmadı. Şehir şimdi çok daha hızlı değişiyor, 25 yaşındaki insanlar bile nostaljik. Siz nasıl hissediyorsunuz?
– Ben sosyalistim, değişimin çok doğal olduğunu düşünüyorum. Hızlı değişimin nedenlerini, kapitalizmle ilişkisini anlayabiliyorum. İstanbul’un başına gelenler elbette üzücü. Türkiye’deki azgın ve az denetimli kapitalizmin sonucu bu. Öte yandan 60 yaşını geçince insana bir şey oluyor, diğer yaş dönemlerinden çok daha ağır bir travma. 1960’ların İstanbul’u benim gençliğim, bu bakımından elbette nostalji var. O İstanbul yok ama daha önemlisi 22 yaşındaki Roni artık yok. Bana ne pastaneden!

***  Okul arkadaşlarınızın isimlerinde etnik olarak müthiş bir çeşitlilik var. Bugün böyle bir şey kalmadı. Bu tektipleşme size yabancı gibi hissettiriyor mu?
– Kişisel bir yabancılaşma duygusu yaratmıyor ama yazık oluyor diye düşünüyorum. Ülkenin kültürel zenginliği kayboluyor. Bunu tek düşünen ben değilim zaten. Türkiye’de 50-60 bin Ermeni, 15-20 bin Yahudi, 1500 Rum kaldı. Bu çok fakirleştirici. Bunlar bu toprakların insanlarıydı.

(AVLAREMOZ – 9.8.2018)

Bu yazı toplam 2868 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar