1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kendimi Keşfe Yolculuk
Kendimi Keşfe Yolculuk

Kendimi Keşfe Yolculuk

Kendimi Keşfe Yolculuk

A+A-


Mustafa Yaşın
mustafayashin@gmail.com


Hindistan; düşlerin dünyası, kaygının başlangıcı ve kendini bulabilmenin verdiği inanılmaz neşe ile yaşanan mutluluk duygusu...

Başkent Delhi’ye yolculuğa başladığım zaman içimde yeni bir dünyaya doğru yol aldığım duygusu daha uçağa bindiğim ilk dakikadan tüm benliğimi hafiften sarmaya başlamıştı. Delhi’de Kuzey Hindistan’a yapacağım uzun yolculuktan önce bir günlük dinlenme sırasında elime aldığım Rolla May’ın Kendini Arayan İnsan kitabının ön sözü Kierkegaard’dan şu alıntı ile başlıyordu.“Yola çıkmak kaygıyı çoğaltmaktır, yola çıkmamaksa kendini kaybetmektir. Ve en üst anlamıyla yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır.“ Hiç bilmediğim bu topraklarda bu cümleyi okurken, kendi benliğimin farkına nasıl varacağımı bilmemekle birlikte kaygılarımın yoğunluğunu hissediyordum.

On yedi saatlik yorucu kara yolculuğundan sonra Kuzey Hindistan Manali’ye vardık. Kaygı duygusu gün geçtikçe giderek azalıyor, tüm güzelliklere rağmen kendimi ara ara benliğimin hoşnutsuzluğu içinde buluyordum. Bu hoşnutsuzluğu hissetmeye başladığım zaman, bunun kendi benliğimin farkına varışımın habercisi olduğunu ilk başlarda anlayamamıştım. Bu hoşnutsuzluk benim adını daha sonradan verdiğim “toplum onayı“ gereksiniminden kaynaklanıyordu. Kendi içimde ara sıra ortaya çıkan gruptan onay ve takdir alma gereksiniminden başka bir şey değildi bu hoşnutsuzluk.

Tur rehberimizle gezimizi planlarken, gezinin adının “Lost Civilization of Himalayas“, (Himalaya’nın kaybolan medeniyetleri) olduğunu duydum. Kaygı duygusu giderek kayboluyor, kendini neşe ve keşfetme duygusunun hazzına bırakıyordu. Kaybolan medeniyetlere yolculuğumuzun ilk günü rafting ile başlamıştı. Himalayaların serin, dalgalı ve güçlü nehir sularında rafting yapmak ilk başlarda kulağa korkutucu gelebiliyor. Ancak, rafting özünde adrenalin dolu bir spor olsa da, insanın içine huzur doluyor. Aslında suyun akışında hayatın kendisini bulabiliyorsunuz ve sudan çok şey öğrenebiliyorsunuz. Suyun güçlendiği yerlerde adrenalin duygusu artıyor. O an sadece o duyguya odaklanıyor ve etrafınızdaki güzelliklerle veya olan biten ile pek ilgelenemiyorsunuz. Yavaşlayan su ve rehberimizin verdiği rahatlama komudu ile birlikte etrafımdaki doğal güzellikleri görmeye başlıyorum, sanki hayattan bir kesit gibi. Günlük yaşamda yaşadığımız endişe ve tedirginlikler, bize günlük sıkıntı ve sorunlar yaratıyor. Hayatı akan bir su gibi düşünürsem, bu sıkıntılar sanki suyun hızlandığı yerler. Çoğu zaman günlük yüzeysel yaşantıda sıkıntılarımıza dalarak etrafımızda olan güzellikleri kaçırmıyor muyuz? Tedirginlik ve endişe günlük yaşantımızda “büyük resmi“ görmemizi engelleyen en büyük etken değil mi?
Saf su, hayattaki iniş çıkışlar gibi tekrar tekrar aniden celalleniyor ve dinginleşerek kendini “huzura“ bırakıyor. Rotamızın sonlarında iki farklı akıntının birleştiği yerde nehir genişliyor ve güçleniyor. Bu birleşme anı, sanki hepimizin özlemini çektiği saf aşkın ve sevginin doğadaki canlanması. İki nehrin tüm saflığı ve doğallığı ile birleşmesi inanılmaz güzellikte bir harmoni yaratıyor. Günümüz toplumlarında yaşadığımız ilişkilerin kaç tanesi gerçektende özünde bu nehirlerin birleşmesinde olduğu gibi tüm beklentilerden uzakta ve saflıkta gerçekleşir? Gerçekten çoğu insanın tadamadığı, belki de hep özlemini derinde çektiği ilişkilerin doğadan ve sudan öğrenilebileceğinin dersini alıyor gibiydik.

Kaybolan medeniyetlere yolculuğumuzun ilk gününde “toplum onayı“ gereksiniminden kaynaklı söylediğim bir söz, bana aslında bu hareketin karakterimin bir parçası olmadığını ve bunun bana yaşadığımız toplumun bir parçası olabilmek için, toplum tarafından öğretilmiş olduğunu fark ettim. Kierkegaard’ın “...Ve en üst anlamıyla yola çıkmak kendi benliğinin farkına varmaktır... “ sözüyle ne anlatmaya çalıştığını artık daha iyi anlıyordum. Günümüzde yaşadığımız toplum, yaptığımız işler, mesleklerimiz, okuduğumuz okullar ve ilişkilerimiz hep bir onay, kabullenmek ve kabul ettirmek üzerine kurulmuş. Sürekli bir yarış ve kazanma zorunluluğu bizi gerçek kendi benliğimizden uzaklaştırıyor ve aslında özümüzde olmadığımız insanlar yapıyor. En kötüsü de çoğu zaman bu değişimin ve öz benlikten uzaklaşmanın farkına bile varamadan hayat hoşnutsuzluk ve mutsuzluklarla akıp gidiyor. Elimizde olmadan, olmadığımız insanlar olmaya çalışarak nasıl gerçekten mutlu olabiliriz ki?

Kaybolan medeniyetlerde yolculuğumuz devam ederken, grubumuzda insanlar kimseden onay beklemeden saf benlikleri ile hareket ediyorlardı. Bu güzel harmoninin altındaki nedenleri daha derin incelerken aslında işin sırrının doğallıktan geldiğini görebiliyordum. Grubumuzda ben dahil yedi kişi de, dünyanın bir ucuna tamamen kendi isteği ile binbir zorluk çekerek gelmişti. Günümüz toplumunda hangimiz gerçekten de sevdiğimiz ve tamamen arzuladığımız yerlerdeyiz? Kilometrelerce yollar gidiyoruz, saatlerce yürüyoruz ve dünyanın en zor yollarında araba yolculukları yapıyoruz. Bu yolculukların birinde okuldan dönen iki öğrenciye rastladık. Bir tanesi pek sevecen değildi ve bizden uzaklaştı. Ancak diğeri bana yüzündeki sıcacık ve içten gülümseme ile insanlar arasındaki sevginin en saf halini gösterdi. Yediğimiz çikolatadan onunla paylaştığımız zaman yüzündeki gülümsemeyi ömrümün sonuna kadar unutamayacağım.

Günümüz yaşantısında hepimizin bir yerinden tutuğu veya en azından tutmaya çalıştığı “toplum yaşantısı“ bizi gerçekten biz yapan değerlerden uzaklaştırıyor mu? Doğa ile iç içe olan, modern kent yaşantısından uzak, çoğu insanın bu yollarda seyahat etmenin “delice“ olduğunu düşündüğü bir gezide bunları ister istemez düşünmemek gerçekten elde değil. Günler geçtikçe insanlardan daha da uzaklaşıyor, sadece yerli halkın bulunduğu, dünyanın en zor yerlerinden geçişler yapıyorken içimde modern kent yaşantısında duyduğum endişelerin hiç birinden eser yoktu. Gerçekten de modern kent yaşantısının ve toplumunun, insanlar üzerinde yarattığı tedirginlik ve endişenin boyutlarını uzaydan topluma bakan bir birey olarak hissediyordum.

Toplumun, bireyleri kendine bağlama ve itaat etmesini sağlamanın en güçlü yolunun endişe ve tedirginlik yaratma olduğunu bu gezide fark etmem benim açımdan gezinin en büyük kazanımlarından biriydi. Siz de kendi yaşantınıza baktığınız zaman, yapmak istediklerinizi, bulunduğunuz yeri, uğruna savaştığınız ve sahip olmak için çabaladığınız şeylerin aslında çoğu zaman özünde kendi isteğimiz olmadığını ve bize yaşadığımız çağın en yoğun duygusu, toplumun silahı olan endişe ile öğretildiğini hissettiğiniz oluyor mu? Kaybolan medeniyetlerde ilkel bağlara döndükçe kendimi doğanın bir parçası hissediyor, onun karşısında minnettarlık duyuyordum...

Bu haber toplam 2029 defa okunmuştur
Gaile 347. Sayısı

Gaile 347. Sayısı