1. YAZARLAR

  2. Fatma Azgın

  3. “İkinci Cins”
Fatma Azgın

Fatma Azgın

“İkinci Cins”

A+A-

 


8 Mart Kadınlar günü nedeniyle, John Gerassi 1976 yılında feminizmin başucu kaynaklarından birisi kabul edilen, Simon de Beauvoir’ın [İkinci Cins]’in yayımlanmasının 25. Yılında eserin yazarı ile yaptığı röportajın bir bölümünü sunuyoruz.
                                              

-----------------------------------

Gerassi: İkinci Cins”in ilk yayınlanmasının üzerinden yirmi beş yıl geçti. Bir çok okur, özellikle de Amerikalı okurlarınız, bunu çağdaş feminizmin çıkış kitabı olarak görüyor. Ne dersiniz?
Beauvoir: Ben öyle düşünmüyorum. Günümüzün feminist hareketi ki beş altı yıl önce başlamıştır, kitabımı hiç bilmiyordu. Sonradan, hareket büyüdükçe, kimi önderler kitapta teorik temellerinin bazılarını buldu. Ama kesinlikle İkinci Cins feminist hareketi başlatmamıştır. Kitap 49-50’lerde ilk yayınlandığında şu an hareket içinde aktif birçok kadın ondan etkilenmek için çok gençti. Ama beni memnun eden şey tabii ki onların kitabımı sonradan keşfetmesiydi. Kadınlar, İkinciCins te açıkladığım nedenlerden ötürü feminist olmuşlardır, ama bu nedenleri kendi  hayatlarında keşfetmişlerdir, kitabımda değil.

G: Kendi feminist bilinçlenmenizin “İkinci Cins”i yazarken deneyimlediklerinizden kaynaklandığını söylemiştiniz. Böylece kendi deneyimlerinizden yola çıkarsak, kitabın yayınlanmasının ardından feminist hareketin gelişimini nasıl görüyorsunuz?
B: “İkinci Cins” yazarken hayatımda ilk kez bir gerçeğin farkına varmıştım; o da yanlış bir hayatı yaşadığım idi, ya da daha doğrusu, bilmeden de olsa erkek-egemen toplumdan besleniyordum. Önceki yaşamımda yaptığım, erkek değerlerini kabul etmek ve yaşamımı o değerlere göre şekillendirmekti. Tabii ki, bunda oldukça başarılıydım. Ve bu erkek ile kadının ancak kadın isterse eşit olabileceğini düşüncesini yüklüyordu. Bir başka değişle, ben bir entelektüeldim. Toplumun, yalnızca beni en iyi okullara gönderebilecek değil, aynı zamanda düşüncelerle telaşsızca oynamama izin verecek bir sınıfından gelme şansına sahiptim, burjuva sınıfından. Bundan dolayıdır ki fazla zorlanmadan erkekler dünyasına girebildim. Gördüm ki “erkeklerin düzeyinde” felsefe, sanat, edebiyat vs. konuşabiliyordum. Kişiliğimin kadınlık adına bütün parçalarını saklamıştım. Sonradan ise başarımdan gelen devam etme azmiyle güdülendim. Devam ettikçe gördüm ki, erkek entelektüeller kadar para kazanabiliyor ve erkek akranlarım kadar ciddiye alınıyordum. Artık tek başıma seyahat edebiliyor, kafelerde tek başıma oturup diğer erkek yazarlar gibi yazabiliyor ve saygı görüyordum. Her adımda bağımsızlık ve eşitlik duygumu sağlamlaştırıyordum. Öyle bir nokta geldi ki, aynı ayrıcalıklara bir sekreterin ulaşamayacağını kolayca unuttum. Bir kafede taciz edilmeden oturup kitabını okuması mümkün olmazdı. Çok nadir olarak “aklı” için partilere davet edilir, itibar ve nitelik kuramazdı. Ama ben yapabilirdim. Daha da önemlisi, ben erkekten ruhen ve finansal olarak özgürlüğünü alamayan kadınları hor görmeye hala meyilliydim. Gerçi, kendi kendime “ben yapabiliyorsam onlar da yapabilir” demesem de böyle düşünüyordum.
“İkinci Cins’in araştırma ve yazma aşamasında fark ettim ki, elde ettiğim ayrıcalıklar kadınlığımdan yaptığım feragatlerin bir sonucuydu. Ekonomik sınıfsal terimlerle açıklarsam daha kolay anlarsınız: sınıfıma yüz çeviren bir haindim. Aslında, ben cinsiyet mücadelesinde eşdeğer çeşidiydim. “İkinci Cins” sırasında ihtiyaç duyulan mücadelenin farkına vardım. Anladım ki, kadınların büyük bir çoğunluğu benim sahip olduğum seçeneklere sahip değildi, o kadınlar ki, aslında, o tanımlama yıkıldığında tamamıyla çökecek olan erkek egemen toplum yapısı içinde ikinci bir cins olarak tanımlanmışlar ve ele alınmışlardır. Ancak aynı diğer bütün ekonomik ve politik olarak tahakküm edilen insanlarda olduğu gibi, isyan çok zor ve yavaş gelişebilirdi. Bu insanlar önce o tahakkümün farkına varmalıydılar. Sonra, değişim için kendi güçlerine inanmalıydılar. Erkeklerle yapılan “işbirliği”nden çıkarı olanlar, ihanetlerinin doğasını anlamak zorundalar. Son olarak, tavır alınması halinde, benim gibi kariyerlerini, pozisyonlarını kaybedecek olanlar, öz saygılarını kazanmak için risk almak zorundadır. Ve onlar anlamak zorundadır ki en çok sömürülen kardeşleri aralarına en son katılanlar olacaktır. Bir işçinin eşi, örnek vermek gerekse, böyle bir harekete katılmak için en az niyetli olan olacaktır. Çünkü o işçinin eşi biliyor ki kocası bir çok feminist liderden daha fazla sömürülmektedir ve hayatta kalmak için eşine bir ev hanımı yada anne olarak ihtiyacı vardır. Neyse, bütün bu sebepler göz önüne alındığında, kadınlar hareket etmezler. Evet, politik teşvikler yada kadınların politikada yada hükümette daha fazla yer alması için bir takım saygıdeğer ama cılız girişimler oldu. Ben böyle gruplarla ilişki kuramadım. Ardından 1968 geldi ve her şey değişti. Ondan önce de önemli olaylar olduğunu biliyorum. kadınlara kıyasla, elbette ki çok açık nedenlerle, yeni teknolojilerle, kadını mutfağa hapseden muhafazakâr rol arasındaki çelişkiyi fark etmişlerdi. Teknoloji geliştikçe – kas gücü yerine beyin gücünü ikame eden teknolojiyi kast ediyorum – erkeklerin kadının daha zayıf cins olduğu ve ikincil rol üstlenmesi gerektiği tezi artık desteklenemez oldu.
Şöyle de söyleyebiliriz, kadınlar bir zamanlar sınıf mücadelesinin içinde yer aldıklarında anlamışlardır ki sınıf mücadelesi cinsiyet mücadelesini tasfiye etmemektedir. İşte tam bu noktada dediklerimin ben de farkına vardım. Bundan önce ben de kendimi cinsiyetler arası eşitliğin ancak kapitalizmin yıkılmasıyla sağlanabileceğine bu yüzden önceliğin sınıf mücadelesine verilmesi gerektiğine inandırmıştım. İşte asıl bu öncelik yanlıştı. Kapitalizmde cinsiyetler arası eşitliğin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı doğrudur. Eğer bütün kadınlar erkekler kadar çalışırsa, kapitalizmin dayandığı söz gelimi kilise, evlilik, ordu ve ucuz iş gücüne, parça başı çalışmaya ve yarı zamanlı çalışmaya dayanan milyonlarca fabrika, dükkan ve mağaza gibi kurumlara ne olurdu? Ancak cinsiyetler arası eşitliği kurmak için sosyalist bir devrime ihtiyaç olduğu da doğru değildir. görülecektir. Nasıl oluyorsa proletarya her zaman erkeklerden oluşmaktadır. Ataerkil değerler orada da en az burada olduğu kadar bozulmadan sürmektedir. Ve bu – sınıf mücadelesinin cinsiyet mücadelesini kapsamadığı bilinci – yeni bir şeydir. Şimdi, hareketteki birçok kadın bunu anlayabiliyor. Bu feminist hareketin en büyük başarısıdır. Bu başarı gelecek yıllarda tarihi değiştirecektir.

G: İyi bir yaşamınız olduğunu ve hiç pişmanlığınız olmadığını yazmıştınız. Birçok çift  Sartre ile  olan, birbirinizi kıskanmayan, açık ilişki olarak tanımladığınız aşk hayatınızı model olarak alıyor. Bu kırk beş yıl mı sürdü?
B: Ama bunu model almak çok saçma bir şey. İnsanlar kendi yollarını bulmalı, kendi yapılarını kurmalıdır. Sartre ve ben çok şanslıydık ama aynı zamanda arka planlarımız da çok müstesna, çok özel. Biz birbirimizle çok genç iken tanıştık. O yirmi üç ben ise yirmi yaşındaydım. İkimiz de aynı güdülerle entelektüel olarak yaşamımızı şekillendirmiştik. İkimiz için de edebiyat din ile yer değiştirmişti.

G: Yaşamınızın geri kalanını  nasıl görüyorsunuz?
B: Çok kestiremiyorum. Tahminimce yakında yeniden yazmaya başlayacağım. Feminist grupların safında kadınlarla çalışmayı sürdüreceğim. İkimizden birimiz ölene kadar Sartre’la birlikte olacağımızı biliyorum. Ama biliyorsunuz; o 70, ben ise 67 yaşındayız.

G: Umutlu musunuz? Uğruna mücadele ettiğiniz değişiklikler gerçekleşecek mi?
B: Bilmiyorum. Ama benim görmeyeceğim kesin. Belki dört kuşak sonra. Devrimi bilmiyorum. Ama kadınların mücadele ettiği değişimler, evet, kesinlikle eminim ki, kadın bu büyük mücadeleyi uzun dönemde kazanacak.

Bu yazı toplam 3551 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar