1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Hüzün ya da Kelimelerin Yetersiz Kalışı
Hüzün ya da Kelimelerin Yetersiz Kalışı

Hüzün ya da Kelimelerin Yetersiz Kalışı

Hüzün ya da Kelimelerin Yetersiz Kalışı

A+A-

 


Hakan Karahasan
hakan.karahasan@gmail.com


I

Kim söylemiş bilemiyorum ama sanırım doğruluk payı var, en azından benim için. Nereden mi bahsediyorum? Tabii ki adına hüzün dediğimiz o duygudan. Nasıl ifade edebileceğim hakkında, dürüst olayım, en ufak bir fikrim yok. Öyleyse ne diye hüzünden bahsetme haddini buluyorum ki kendimde? İçtenlikle söylemek gerekirse, hüzün kelimesini hangi insan görse, ne denmek istediğini üç aşağı beş yukarı anlar. Hüzün kelimesi herkes için aynı anlamı, duyguyu mu simgeliyor? Kesinlikle hayır. Yani, demek istediğim o değil. Her insan için hüzün kelimesi belli bir ortak payda ifade etse de sonunda her insanın hüznü kendi içsel dinamikleri tarafından belirlenmiyor mu?

Bu da, bizzat bu satırları, ‘herkesin hüznü başkadır’ gibi başlangıç noktasından uzak bir noktaya sürüklemiyor mu? Cevabım yine hayır… Başta belirttiğim gibi, kime hüzün desem az da olsa anlar ne demek istediğimi. Yoksa yanılıyor muyum?

Hangimiz hüzünlenmemiştir ki hayatı boyunca. Başka bir değişle, hangimiz hüzün dediğimiz duyguyu yaşamamıştır ki? Peki, sizin hüznünüzle benim hüznüm aynı mı? Kim iddia edebilir ki bunu? Hüzünometre diye bir ölçüm cihazı olmadığına göre – veya öyle birşey olsa da, sizin hüznünüz benim hüznümden kaç ölçek fazla olabilir ki? – nasıl anlayacağız aynı şeyden bahsettiğimizi hüzün dediğim zaman ben? Sorunun sonundaki “ben” sizi şaşırtmasın, devrik cümle kurulumu bizzat bu satırların yazarı tarafından istenerek yapılmıştır..

Hüznü ölçen herhangi bir nesneye veya ölçeğe sahip olmadığımıza göre, ne gereği var bu kadar satır işgal etmenin diye düşünebilirsiniz. Kısmen haklısınız da… Belki de hiç gereği yok hüzünden bahsetmeme. ‘Nasıl olsa herkes anlıyor veya herkes kendi anladığıyla yetinebiliyor, önemli olan da bu’ diyebilirsiniz. Hüzün hakkında bir yazı yazmamın sebebi basit aslında: Hüzünlüyüm. Son derece bencilce bir tutum kabul edilebilir bu, fakat hangi yazar kendini anlatmamıştır ki? Nerede yayımlandığını şimdi hatırlamıyorum ama Attila İlhan bir röportajında, birkaç romanı olduğunu ancak bunları hiçbir zaman yayımlamayı düşünmediğini, sebep olarak da her yazarın ilk dönem yapıtlarında kendisinden birşeyler bulunduğunu belirtmişti. O zaman ‘bu yazı şu satırları yazan kişinin ilk dönem yapıtlarına bir örnektir’ şeklinde bir yargı çok da yanlış sayılmasa da, önemli olan yazarın ilk dönemde kendisinden son dönemde başkalarından bahsetmesi değil. Her yazar, öyle veya böyle, maskelese de maskelemese de, karnavallar içinde de olsa, kendisinden, kendi hayatından, etrafından, duyduğu veya oradan buradan aşırdığı hikâyelerden faydalanarak oluşturmaz mı yapıtlarını? Hüzünle başlayıp yazarın yazma eylemine geçtik birden. “Daldan dala”…Zaten hayatın kendisi bir daldan öbür dala geçmiyor mu? Neden sohbet ederken bir konudan diğer konuya atlamak “tutarsızlık” olarak düşünülmüyor da, konu yazı yazmağa gelince bir konudan diğerine, deyim yerindeyse “hoppadak” atlamak o yazarı “tutarsız” kılabiliyor?

Evet, yazıya hüzünden bahsederek başladım fakat sonra hüzün konusu birden dallanıp budaklandı, başka bir alana sıçradı. Bunun en önemli sebebi, bana kalırsa, yazı yazma eyleminin “yumrulu” yapısıdır. İlle de modellememiz gerekirse, bir ağaç yerine bir patatesi örnek gösterebiliriz yazı yazmadan söz ederken. Deleuze ve Guattari’nin rizom dedikleri şey de bu değil mi zaten?

Tekrar hüzne dönecek olursak… Bazen anlatmaya çalıştığımız şeyler o kadar engindir ki, bir kelime asla karşılamaz ne anlamı ifade ettiğini. Aranızdan bazıları, hangi kelime bahsettiği kavramı karşılıyor? diye sorabilir. ‘Bir kelime olsa olsa ne anlama gelmediğini anlatır’ cümlesi kendi içerisinde bir çelişki midir? Peki o zaman, ne gerek var tüm bu yazdığımız yazılara? Konuşmayalım, yazmayalım en iyisi diyecek gibi mi oldunuz yoksa? Belki de haklısınız. Kimbilir, bu bahsettiğimiz kavramlar materyal olmadıklarından tam anlamıyla ifade edilemezler dese birisi, haklı mıdır sizce? Peki “demir” kelimesi bahsedilen materyali tam olarak anlatabiliyor mu? Yoksa, Orhan Veli’nin dediği gibi, siz de

Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce. (1)
diyenlerden misiniz?

Kendimizi ifade etme sürecinde dil denilen yapıya, kalıp(lara) sahip olduğumuz sürece kelimeler hep kifayetsiz kalacak sanırım, “bu dert” ne olursa olsun.

II

Kelimelerin kifayetsiz olmasının hiçbir zaman son bulmayacağını, neticede, dil denilen yapıya, kalıplara sahip olduğumuz noktasında bitirmiştik ilk bölümü. Şimdi, bu varsayımı biraz geliştirelim...

Bir resim düşünün. Değişik aktörlerin rol aldığı. İçinde bir araba, iki kedi, bir anayol bulunsun. Bu anayol, hafif yokuşlu bir yol olsun. Resmi daha detaylandırırsak; hızla ilerleyen bir araba ve bu arada gecenin karanlığında yolda karşıdan karşıya geçmekte olan bir kedi (kedinin renginin ne olduğu sorusu tamamen size kalmış). Kedilerden birisi karşıdan karşıya geçmek üzere yola atılmışken, diğeri olan biteni anlama amacıyla seyrediyor diğerini. Aynı anda, hızla yolda ilerlemekte olan (ve hafif yokuşu tırmanan) aracımız karşıdan karşıya geçmekte olan kediyi ya görüyor ve gaza basmaya devam ediyor veya kediyi görmeyip yoluna koyuluyor. Sonuç hazin: Karşıdan karşıya geçmekte olan kedi oracıkta, anında ölüyor. Ne olduğunu anlayana dek yolun ortasında cansız bedeniyle yatan kediyi, ta ilk başta olan biteni anlamaya çalışan diğer kedi izliyor. Bu arada, resme bir başka kişi daha katılıyor: O an aynı yoldan geçip evine doğru gitmekte olan birisi tüm bu anlatılanları dışarıdan bir sinema filmi görür gibi seyrediyor ne yazık ki. Çünkü o olayın ne olduğunu anladığında zaten herşey çoktan olup bitmiş, kedilerden birisi yolun ortasında cansız bedeniyle yatıp dururken, diğeri tıpkı bir insan gibi, cansız halde orada yatan kediyi seyrediyor uzun uzadıya.

Kötü bir resim çizdiğimin farkındayım. İlk olarak herkesten, bu kötü resim için özür dilerim. Ne de olsa, kimsenin başkalarının içini böylesine karartma hakkı yok. Yok ama, anlatmak istediğim şeyi anlatabilmek açısından vermek istedim o örneği. Aslında behsetmek istediğim şey basit: Kelimelerin yetersizliği. Hele hele, hüzün gibi bir duygu karşısında hangi kelime yeterli olabilir ki? Tabii ki, konu ‘hangi kelime yeterli olabilir ki?’ diye genişletilebilir ancak bu şu an üzerinde durmaya çalıştığım konuya bağlı olsa da onu aşan birşey. Ya da, Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus Logico-Philosophicus’da söylemiş olduğu gibi: “dünyamın sınırları, dilimin sınırlarıdır.”

Konumuza dönecek olursak, ölü kediyi umutsuzca seyreden kedinin halini hangi kelime ifade edebilir sizce? Acı, hüzün, keder? Sözlüğe göre “elimizdekini veya umutlarımızı yok eden olayların verdiği ruh tedirginliği”ne acı diyoruz. Zavallı kediler örneği ile devam edildiği takdirde; acaba karşıdan karşıya geçmekte iken ölen kediyi seyretmekten başka birşey yapamayan diğer kedinin hissettiği duyguları acı sözcüğü ne kadar karşılayabiliyor? Peki ya hüzün? Sözlüğe göre o da “iç kapanıklığı, gönül üzgünlüğü” demek. Hangimiz ifade edebilir ki ‘iç kapanıklığını’?
İç kapanıklığından söz açmışken, aklıma Sabahattin Kudret Aksal’ın “İçe Dönük” adlı şiiri geldi. Şöyle başlıyor Aksal şiirine.

İçe dönük mahalle
Kilitlenmiş kutular
Bak da yağmuru kokla
Sonra delinmiş gökler (2)

Haksız mı şair? Hangimizin içinde “kilitlenmiş kutular” yok ki? Ve yine bu “içe dönük mahalle”yi hangi söz ya da sözcükler ifade edebilir? Sözcüklerin ifadesiz kalmalarına taktım, haklısınız. Ama ne yapabilirim? Günlük hayatta kullandığım, kullanmaya çalıştığım kelimelerin olayları açıklamama yetersiz kalışı beni bu noktaya getiren en önemli sebep aslında.

Başka bir deyişle, ne “acı”, ne “hüzün”, ne de “keder”, ifade edilmek istenen hissi birebir yansıtabilmekte. Orhan Veli’nin dediği gibi, “kelimeler kifayetsiz” kalıyor, ama paradoks bu ya, kendimii ifade etmek için dil dışında bir seçeneğimiz yok. Gökhan Yavuz Demir’in Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği kitabında söylediği gibi: “Dil, kusursuz olmasa da, gündelik tecrübelerimizi anlamamızı sağlayan veya mümkün kılan yegâne mediumdur”(3). Diğer bir şekilde söyleyecek olursak, dil aynı anda hem hapishane, hem de duygu ve düşüncelerimizi ifade edebilmek için sahip olduğumuz tek araç. Paradoksal bir durum...

Belki de en iyisi şiir okumak! Şiirde bulmak teselliyi... Başka bir değişle, şiirle anlatmaya, anlamaya çalışmak hüznü... Tıpkı “Geçmiş Zaman Duygulanımları” şiirlerinde Sabahattin Kudret Aksal’ın dediği gibi.

Akşamlar vardı silme hüzün
Gölgeler lambaları yakar
Kapanan kepengi gündüzün
Sokağımız erguvan kokar

Çekilir odalara kızlar
Yataklara düşerler tenha
Yalnızlık orada kol gezer
Bir mermi sürülür silaha

Masaldır gece (ah) o masal
Bahçede kirazlar ve dutlar
Üstümüzden geçerler usul
El fenerleriyle bulutlar. (4)

 

------------------------------------------------------

Notlar:
(1) Orhan Veli Kanık. Bütün Şiirleri. İstanbul: Adam Yayınları, 1994, s. 55.
(2) Sabahattin Kudret Aksal. Batık Kent: Son Şiirleri – Bütün Eserleri. İstanbul, YKY, 1993, s. 41.
(3) Gökhan Yavuz Demir.(2015). Sosyal Bir Fenomen Olarak Dilin Belirsizliği. İstanbul: İthaki, s. 54.
(4) Sabahattin Kudret Aksal. Batık Kent: Son Şiirleri – Bütün Eserleri. İstanbul, YKY, 1993, s. 53.

Bu haber toplam 8055 defa okunmuştur
Gaile 365. Sayısı

Gaile 365. Sayısı